gokyuzu.org

Dilhan Eryurt’un İzinden (I)

Bu yazıya başlamadan önce, Dilhan Eryurt hakkında dergilerde, internette birçok yazı okudum; bazı öğrencilerinin hakkında yazdıkları yazılara baktım, videolar izledim. Karşımda başarılarla dolu bir hayat hikayesi vardı. Zorluklara rağmen yılmayan, ilklere imza atan, kendi için çalışan, maddi geliri ve statüyü öncelik olarak görmeyen, kendisinden sonra da kendi gibi öğrenciler yetiştiren bir Türk bilim insanının hikayesi idi bu.

Dilhan Eryurt, 19 Kasım 1926’da İzmir’de dünyaya gelir. Cumhuriyet yeni kurulmuştur. Okula gitmek, eğitim görmek şimdiki kadar kolay değildir, hele ki bir kız çocuğu için. Alfabeyi kısa sürede öğrenen, kitapları ezberleyen, matematiğe özel ilgisi olan ve başarısı ile övünmeyip kendi için çalışan öğrenci Dilhan, liseyi takdirnâme alarak bitirir. Ayrıca lisede üst üste üç yıl iftihar listesine de girmeyi başaran bir öğrenci olan Dilhan’a, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Nutuk kitabını hediye eder. İçinde şöyle bir not vardır: “Gönlümün bütün dileği, sizin de gireceğiniz meslekte ve ileriki hayatınızda Atatürk gibi Türk milletine büyük hizmetler etmeniz ve insanlığa milletiniz yolundan büyük faydalar ve bahtiyarlıklar getirmenizdir.”

İlginçtir ki yaşamı boyunca önemli ödüllere layık görülmesine rağmen, aldığı en önemli ödül olarak bu Nutuk kitabını görür. Dilhan Eryurt der ki: ” Bu sözler benim yaşamımdaki başarılı hizmetlerin dayanağını teşkil eder.” İşte o dönemlerde yetişen bir kız çocuğu, bilim adına hem ülkesinde hem de dünyada birçok başarıya imza attı. Tıpkı babasının ona öğütlediği gibi yaptı: “Kızım, oku, kendini yetiştir ve memleketin için bir şeyler yap.”

Matematiğe olan ilgisi ona 1942 yılında İstanbul Üniversitesi Yüksek Matematik ve Astronomi Bölümü’nü seçtirir. Bu dönemde, astronomi derslerine ülkemizde yeni yeni yer verilmeye başlanmıştır. Yardımcı ders olarak okutulan astronomi dersleri ile birlikte Dilhan Eryurt’ta astronomi ilgisi de oluşmaya başlar. Matematiği de kullanabileceği için astrofizik alanına yönelen Dilhan Eryurt, çevresindekilere, “Günün birinde size Ay’dan el sallayacağım,” der.

Dilhan Eryurt’un İstanbul Üniversitesi’nde okuduğu dönemde, Nazi zulmünden kaçıp gelen profesörler İstanbul Üniversitesi’nde ders vermektedir. Çok güçlü temelleri olan bu profesörler, çok güçlü temeller vermiştir. Daha sonrasında, Ankara Üniversite’sinde Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü açılması için görevlendirilen Tevfik Okyay Kabakçıoğlu’nun yanında Dilhan Eryurt fahri asistanlık yapar. Bu nedenle birkaç yıl ücret almadan çalışan Dilhan Eryurt’a Tevfik Okyay, “Bir şey söyleyeceğim ama utanıyorum. Seni hiç olmazsa laborant konumuna sokalım da, bari yol paran çıksın,” demiştir. Kendisine kadro çıkmıştır çıkmasına ama buna artık gerek yoktur çünkü babası onu büyük dayısının yanına, Michigan’a gönderir. Eryurt, Michigan Üniversitesi’nde astronomi bölümüne kabul edilir, burada astrofizik üzerine yüksek lisansını tamamlar. Başarısı ile dikkat çekmesi üzerine hocaları orada kalmasını ister ama o memleketine geri dönmeyi tercih eder.

Türkiye’ye döndüğünde Ankara Üniversitesi Astrofizik Anabilim Dalı’nda asistan olur. Prof. Dr. Egbert Adriaan Kreiken’in yanında doktora, daha sonra da doçentlik çalışmalarına başlar. Bu dönem 1950’li yıllara denk gelmektedir. Üniversitede yabancı dili olan asistan bulunmaması nedeniyle Hollandalı profesör Kreiken’in tercümanlığını da kendisi üstlenmiştir. Kreiken’in enstitünün kütüphanesini geliştirmek için getirdiği kitaplar sayesinde Dilhan Eryurt, Michigan’dan dönerken yanında getirdiği araştırmalar ve verilerle birlikte çalışmalarına devam etmiştir.

Kreiken, eşi ve Eryurt haftasonları Ankara’da gezintiye de çıkardı. Halkla sohbet eder ve bir rasathanenin kurulması için uygun bir yer ararlardı. İşte Ankara Üniversitesi’nin Ahlatlıbel’deki Kreiken Rasathanesi’nin yerinin seçilmesi de işte o zamanlara denk gelir.

Dilhan Eryurt doçentliğini tamamladığında, Kreiken 30 yaşında doçentliğini tamamlayan bu genç ve başarılı öğrencisine profesörlük teklif eder. Ancak Eryurt kendisini daha fazla geliştirmek istediğinden bu teklifi reddeder. Sıradaki yolculuğu ise Kanada’yadır.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın bursu ile bu kuruma bağlı olan laboratuvarda çalışmaya Kanada’ya gider. Burada Deep River Atom Enerji Laboratuvarı’nda Dr. Cameron’un yanında çalışmaya başlar. Dilhan Eryurt bu zamanları şöyle anlatıyor:

”Gerçek astrofizikle burada karşılaştım. Türkiye’de biz bilgisayar bile görmemiştik, hesaplamaları hesap makinesiyle yapıyorduk. Kanada’da Prof. Cameron’un yanına gittim ve o bana çalışmam için üç konu teklif etti. Ben hidrojen yıldızlarını seçtim. Dr. Cameron bana dönüp, ‘En zorunu seçtin,’ dedi. Ardından da, önce hidrojenden oluşan bir gazın opozitesini [opasite, ışık geçirmezlik] hesaplamak gerektiğini söyledi. Bir bilgisayar programı yapmam gerekiyormuş. Programa belli sıcaklık ve yoğunluk değerleri girilince, program o gazda opozitenin ne olması gerektiğini bulmalıymış. Yani programın bunu yapması için, benim de programı yapmam gerekiyordu. Ama ben değil bilgisayar programını; bilgisayarı ve programlamayı bile bilmiyordum. Hemen kütüphanelere gittim, kitaplar aldım ve programlamayı öğrendim ve programı başardım. Dr. Cameron, ‘Şimdi bunu bilgisayara koy,’ dedi, ama ben daha önce bilgisayarı görmemişim. Gittik kartları yerleştirdik ve Dr. Cameron ‘Git sonucu al,’ dedi. Sonucu birkaç saniye içinde elimde görünce doğrusu çok şaşırdım.”

Eryurt, daha sonra ise ABD’ye giderek önce Amerikan Soroptimist Federasyonu bursuyla ABD’de Indiana Üniversitesi’nde görev alır. sonra da üniversiteye bağlı Goethe Link Gözlemevi’nde yıldız modelleri yapmakla tanınmış Prof. Dr. Marshall Wrubel ile çalışmaya başlar. Bu gözlemevinde Dilhan Eryurt, emrindeki büyük bir bilgisayarın başında gecesini gündüzüne katarak çalışır ve bu çalışmalar meyvesini verip, yıldız modellerini oluşturmada kullanılan yeni bir yöntem ortaya koyar. Dilhan Eryurt’un sözleriyle: “O zamana kadar yıldız modellerinin çözümü için kullanılan yöntem ‘fitting’ yöntemiydi ve hep onu kullanırlardı. Ne olduğunu kısaca söylemek gerekirse; yıldızın merkezinden başlayarak 4 diferansiyel denklem bir orta noktaya gelir. İkinci bir başlangıç da, yüzey şartlarından başlayarak içeri doğru çözümlenir ve belirli bir kesişme noktasında 2 çözümün birbirine uyması istenir. Uymuyorsa, çakışana kadar değişimler yapılır. Biz o günlerde yıldızın yüzeyinden içine kadar çözümü otomatik şekilde tek bir yoldan giderek yaptık. İki ayrı yoldan değil. Bulup geliştirdiğimiz yöntem buydu.” Bu yöntem sonraları ABD Atomik Enerji Komisyonu, Los Alamus Ulusal Laboratuvarında kullanılmaya başlandı.

Yazının devamı için: Dilhan Eryurt’un İzinden (II)

Kaynakça:
https://medium.com/@_tanricabastet_/kadın-hikayeleri-dilhan-eryurt-58df2cda94b
http://www.acikbilim.com/2012/03/dosyalar/gokyuzu-kadinlarindir.html
http://fizikciler.info.tr/index.php/13-fizikciler/79-dilhan-eryurt
https://tr.wikipedia.org/wiki/Dilhan_Eryurt
http://www.focusdergisi.com.tr/bilim_insanlari/soylesiler/00462/
Gökyüzü bülteni, 57. sayı

Oyuncak

Oyuncak

Çocuğun bir oyuncağı var.

Büyükler için “beş para etmez” bir oyuncak.

En güzel gülümsemeleri o oyuncak görecek.

En gizli gözyaşlarını,

Çocuğu kuşlara bölen öfkesini…

Ellerinin büyüdüğüne en çok o tanıklık edecek,

Bakışların gittikçe derinleştiğine,

Irmakların teker teker denize karıştığına…

Yatağındaki rüyalara eşlik edecek bazen.

Uykuya dalmadan önce, yıldızlarla konuşacaklar.

Dokunacaklar onlara.

Sırdaşı olacak onun.

Bazen yaramazlıklarına gülecek içinden,

Bazen de kederleri için göğsünde yatıracak.

Zaman çölünde kaybolup duracak oyuncak.

Kozmos salıncağında sallanan çocuk,

Yitirmeyecek onu, hiç yitirmeyecek.

Küçük Prens

-Çağrı Erciyes

Karanlık Madde’nin İlk Keşifçilerinden: Vera Rubin (1928-2016)

Karanlık madde, bugün fizik dünyasında neredeyse herkes için kabul gören bir kuramdır. İlk olarak 1930’lu yılların başında birkaç astrofizikçi tarafından öne sürülmüş olsa da o yıllarda pek ciddiye alınmamıştır. Seneler sonra, 1970’te ABD’li bir astronom olan Vera Rubin karanlık maddeye dair en güçlü gözlemsel kanıta ulaşmıştır ve karanlık maddenin ilk kaşiflerinden biri olmuştur. Bu yazımızda, geçtiğimiz ay 25 Aralık’ta kaybettiğimiz değerli ve saygıdeğer bilim insanı Vera Rubin’den bahsetme gereği hissettik.

Vera Rubin 23 Temmuz 1928’de Philadelphia, Pennsylvania’da dünyaya geldi. 10 yaşından beri yıldızlara, gökyüzüne ve astronomiye olan ilgisi ve hayranlığı, onu ilerde lisansını Vassar Üniversitesi’nde astronomi dalında tamamladığı günlere götürecekti. 1948’de astronomi lisansını bitirdikten sonra kocasıyla tanışacağı yer olan Cornell Üniversitesi’nin Fizik Bölümü’ne, yüksek lisansa kabul edilen Rubin, orada Philip Morrison, Richard Feynman ve Hans Bethe gibi önemli fizikçilerle tanışma fırsatı yakaladı. 1954’te galaksilerin gruplar halinde olduğunu öne süren doktora tezini tamamlamadan önce, Rubin 1951’de yüksek lisansını bitirdi ve master tezinde Hubble Teleskobu gözlemlerini kullanarak galaksilerin hareketlerindeki sapmaları araştırdı. Mezun olduktan sonra Junior College’da ders vermeye ve doktorasını yaptığı Georgetown Üniversitesi’nde araştırma asistanı olarak çalışmaya başladı. 1962’de aynı üniversitede doçent oldu ve 1965’te Palomar Gözlemevi’ni ve araçlarını kullanan ilk kadın oldu.

1970’lerde meslektaşı Kent Ford ile birlikte galaksi hareketlerini araştırdı. Beraber yakın galaksilerin hareketlerini, eğrilerini ve rotasyonlarını gözlemlediler ve kabul görmeyen galaksi kümeleri üzerinde çalışmaya başladılar. İlerleyen zamanlarda bu çalışmalar Rubin-Ford etkisi olarak anılmaya başlandı ve yoğun tartışmalara konu oldu. Bu tartışmalardan uzaklaşmak isteyen Rubin dikkatini sarmal galaksilerin dönüşüne çevirdi. Andromeda Galaksisi’ni inceledi ve diğer galaksilerin de Andromeda gibi hızlı bir şekilde, dağılmadan hareket ettiğini keşfetti. Rubin bunun, galaksileri bir arada tutan kuvvetin göremediğimiz ve yıldızlardan daha kuvvetli bir kütle çekimine sahip olan  bir madde olduğuna işaret ettiğini gösterdi. Kent Ford ile yaptıkları incelemeler, araştırmalar ve gözlemler doğrultusunda, galaksi dönüş probleminin ve gerçek açısal momentum ile gözlemsel açısal momentum tahminleri arasındaki tutarsızlığın karanlık maddenin varlığını teyit ettiği sonucuna vardılar.

Karanlık madde evrenin nasıl genişlediğinin açıklanması için gerekli olan “evrenin kayıp kütlesiydi”. Karanlık madde kavram olarak ilk 1930’larda Jan Hendrik Oort ve Fritz Zwicky gibi fizikçiler tarafından ortaya atılmış ve 1970’lerde Vera Rubin ve arkadaşlarının çalışmalarıyla, varlığına dair o zamanki en güçlü kanıta ulaşılmıştı; ne var ki bilim dünyasında uzun yıllar boyunca ne Oort ve Zwicky’nin ne de Rubin’nin karanlık maddenin varlığına ilişkin teorileri kabul görmedi, ta ki 2006’da 150 milyon yıl önce iki gökada kümesinin çarpışmasını içeren ve daha somut kanıtlar barındıran bir gözleme kadar.

Rubin’in çalışmaları yalnızca astronomi ve diğer bilim dallarıyla sınırlı değildi, aynı zamanda diğer kadınların da bu alanlarda çalışması için çabaladı ve yorulmaz bir savunucu oldu. Kadınların erkekler kadar sık bilim yapamamasına verdiği tepkiyi şu sözleriyle dile getiriyor:“Hepimizin bilim yapmak için izne ihtiyacı var, ancak tarihte kök salmış nedenlerden dolayı bu izin kadınlara değil erkeklere daha sık veriliyor.”

Vera Rubin, yaşadığı süre boyunca araştırmaları ve çalışmalarıyla bilime ışık tutmuş değerli bir bilim insanıydı. O zamanlar kadınların bilim gibi birçok alanda çalışması neredeyse imkansızken Rubin, kararlılıkla okumayı ve çalışmayı sürdürmeyi başarmış ve o dönemde kadınların çalışma hakları için yoğun çaba harcamıştı.

88 yaşında hayata veda eden değerli bilim kadını Vera Rubin, kayda değer çalışmaları, insanlığı ve vaziyet niteliğindeki şu sözüyle daima aklımızda yer edinecektir:

“Ün geçicidir, benim rakamlarım bana adımdan çok daha fazlasını ifade eder. Eğer bundan yıllar sonra astronomlar hala benim verilerimi kullanıyor olurlarsa, bu bana yapılabilinecek en büyük iltifat olacaktır.’’ 

Kaynaklar:

http://www.astronomy.com/news/2016/12/pioneering-physicist-vera-rubin-dies-at-age-88

http://www.amnh.org/explore/resource-collections/cosmic-horizons/profile-vera-rubin-and-dark-matter/

Yazan: Tuğba Uçar

ROGUE ONE, DUMANI ÜSTÜNDE BİR YAZI

Öncelikle şunu söylemek istiyorum; bilgisayara oturmadan önce ”Yazım kesinlikle spoiler’sız olacak!” demiştim. Yanılmışım. Onun yerine şu cümlelerle açıyorum yazımı; Rogue One’a gidin, izleyin, izlettirin. O kadar heyecanla yazıyorum ki tüm yazıyı, spoiler başlığı altına alınıp alınmadığını anlayamadığım için, sadece ciddi spoiler’ları bold ile yazacağım aklınızda bulunsun efendim.

Filme girip de açılış sahnesini izlediğinizde yüzünüze çarpan bir nostalji rüzgarı olacak, onu sıkı kucaklayın; zira film boyunca yanınızda olacak bir dostunuz o. Filmin çekimleri, uzay araçları -özellikle uzay araçları- orijinal filmlere çok sadık kalınarak yapılmış. Bir an, ”Acaba 77-88 filmlerinden flashback mi var ?” diye bir hisse kapıldım. Bu hareketleri benim çok hoşuma gitti çünkü açıkçası Episode VII’de bunu çok görememiştim. Yok demiyorum elbette ama, sadece biraz daha fazla modernleşmeye gitmişler The Force Awakens’ta kanımca. Bu filmde de çoğu efektte -buna olumsuz eleştiri getirecek olan olduğunu düşünmüyorum- modernleşmenin ötesinde nostaljiyle harmanlanmış bir güzellik vardı. Rogue One adeta ödevini çok iyi yapıp da, daha fazlasını göstermek isteyen küçük bir çocuk gibi; ”Ehe bir de böyle güzel yeni görsel efektlerimiz var.” demekten de çekinmiyor arada, ki bu da dediğim gibi benim hoşuma giden bir yöndü. Sadece uzayda geçen savaşlarda değil -fragmanlarda da gördüğümüz- gezegen üzerinde geçen savaşlarda da bahsettiğim havayı yakalamak gayet mümkün. Yine fragmanlardan da görebileceğimiz üzere, bu filmdeki savaş sahneleri biraz daha gerçek hissettiriyor. Demek istediğim şeyi yanlış anlamayın, efektlerden bahsetmiyorum. Gerçek olan savaşın ruhu bu filmde. Ana seriyi izlerken çoğu yerde siz de benim gibi ”Bu ne biçim savaş, kimse burada vurulmaz ki ?” demişsinizdir. Fakat bu film, bir ara film olarak o duyguyu kaldırıyor. Herkesin hayatı ince bir ipliğe bağlı, herkes bunun farkında ve siz o duyguyu filmin ilk sahnesinden -fragmanlarda hissetmediyseniz bile- çok başarılı bir şekilde hissettiriyor. Filmde yaşadığım diğer bir büyük his de korkuydu. Fragmanlarda kendinizi bir Asi olarak düşündüğünüzde yaşadığınız o korku filmde de kendine yer ediniyor elbette. İmparatorluk’a hep büyük bir sevgi beslemişimdir ancak filmde kendimi bir Asi olarak düşündüğümde hiçbir Star Wars filminde yaşamadığım korkuyu yaşadım.

Biliyorsunuz ki Rogue One: A Star Wars Story, Revenge of the Sith ve A New Hope’un arasını anlatan bir film. Bu yüzden de yer yer ana seriye atıfta bulunmaktan da çekinmiyor, yerini belli edercesineFilmden görsel açıda bahsettik, konuyu da zaten biliyor olduğunuzu varsayarak bazı karakter analizlerine geçmek istiyorum. Dikkat buradan sonrası spoiler içerir!

Ana karakterimiz Jyn Erso. Kendisi bir İmparatorluk bilimadamının kızı. Bahsettiğimiz bilimadamı da Galen Erso, kendisi özellikle silahlar üzerinde çalışan birisi. Hangi filmlerini bağladığına bakarak, veya sadece konusunu okuyarak, hangi silahtan bahsettiğimi anlayabilirsiniz ama yine de ufak bir ipucu; bahsettiğim şey bir uydu (moon) değil. Bir olaylar dizisi sonrasında -filmi kitap gibi yazmak istemedim- Jyn tutuklanıyor. Şimdiki konu da onu kurtarmaya gelenler; Asiler. Özellikle Asilerin arasındaki özel birinden bahsetmek istiyorum; K-2SO. Kendisi yeni droidimiz. Ben K2’yu çok sevdim. Ana filmlerdeki droidlerimiz C-3PO ve R2-D2’nun ufak bir yenilikle harmanlanmış hali gibi geldi bana. Konuşma şekli ve yaptığı diyaloglar bizim protokol droidimize benzerken, iğneleme açısından ufak mavi tenekemizden aşağı kalır bir yanı yok. K-2SO’ya biraz özel ilgi gösterdim çünkü kendisi benim çok ilgimi çeken bir karakter. Yeniden programlanmış bir İmparatorluk droidi olduğunun bilincinde ama, tam olarak da bir Asi. Başka bir karakter de Cassian Andro. Cassian film boyunca etik açısından tam olarak bir gri bölgede. Böyle bir durumu diğer filmlerin ana karakterlerinde yaşadığımızı çok söyleyemeyeceğim – Han shot first. Filmin genel gidişatı da gri bölgelerden oluşma ki bence bu çok hoş bir şey çünkü karakterler fazlasıyla gerçek ve gerçek hayatta da yaşadığımız şeyler çoğunlukla gri bölgelerden oluşma. Diğer Asilerden çok bahsetmeyeceğim, zira filmde hepsinin rolü kendini belli ediyor izleyip o zevki ve merak giderilişini yaşayın istiyorum. 

Şu anda yazının en ağır spoiler içeren kısmına gelmiş bulunmaktayız; uyarmadı demeyin. Buradaki konumuz ise üstte bahsettiğim ana filmlere atıf konusu. Filmde üç adet bulunmakta. İlki Darth Vader, ki bunu zaten fragmanlardan da biliyorduk, o yüzden kendisine sonra geleceğim. Bir diğeri ise Asi üssünde bulunan C-3PO ve R2-D2. Evet, sadık droidlerimiz -efendisi gidince kendini düşük moda alacak kadar büyük bir sadakat- bizi yalnız bırakmadılar, zaten ara film olması ve filmleri bağlaması sebebiyle filmin bunu yapışı hem hoş hem de kaçınılmaz olmuş. Şimdi gelelim Darth Vader’a. Yalan söylemeyeceğim kendisinin filmde ufak bir rol oynamasını bekliyordum. Fragmanlarda gözüken ve bize yavaşça sırtı dönen Vader’ın elinin duruşunu çoğu kişi ”force choke” yapıyor oluşuna vermişti. Siz de onlardan biriyseniz, tebrikler! O sahneyi izleyen salonda çıkan tek ses sanırım gözyaşlarının yere düşüşüydü. Dedim ya nostalji. Vader’ın sonraki büyük sahnesi ise bana bu sene yaşatılan en büyük zevklerden. Bunu sizin için mahvetmeyeceğim ve sadece şunu söyleyeceğim; kan aktı. Ayrıca Vader’ın sesini tekrardan James Earl Jones’tan duyacağımızı belirtmekte de fayda var. Üçüncü ve aynı zamanda hem olması en muhtemel hem de en beklenmedik -en azından benim açımdan- atıf; Prenses Leia ve ünlü sözü ”Hope.”. 

Yazımı burada sonlandırmak istiyorum zira etkisini hala üzerimden atabilmiş değilim. Umarım sizlere faydalı bir yazı olmuştur. Umarım merakınızı biraz olsun körükleyebilmiş; en yakın zamanda en yakın sinemaya koşma isteği uyandırabilmişimdir. Bob Iger’in belirttiği üzere bu film bir deney konumunda; ”Acaba insanların evrenin genişlemesine ilgisi olacak mı?”. Bana sorarsanız, cevabı büyük bir EVET. Filmi izledikten sonra bu konu hakkında yorumlarınızı bekliyorum. Bir dahaki yazılarda görüşmek üzere, MAY THE FORCE BE WITH YOU!

Yazan: Ulaş Can Yazar

Engin Arık: Bir Bilim Kadınının Hayatı

Ülkemizi CERN ile tanıştıran, Türkiye’nin CERN’e üye olması için büyük mücadeleler veren, hayatını bilime adamış büyük bir bilim insanıydı Engin Arık. Biz de bu yazımızda size, Engin Arık ve onun bilim dolu hayatından bahsedeceğiz.

14 Ekim 1948’de İstanbul’da doğan Arık, 1965 yılında Atatürk Kız Lisesi’ni bitirdi. 1969 yılında İstanbul Üniversitesi’nden matematik ve fizik diplomasını aldı ve 2 yıl boyunca aynı okulun Kuramsal Fizik Kürsüsü’nde öğrenci asistanı olarak çalıştı. Pittsburgh Üniviersitesi’nden 1971 yılında master (M.Sc.), 1976 yılında ise doktorasını (PhD) aldı. Doktora çalışmasının ana temasını değişik elementler üzerinde ”hyperon demeti” yollanarak gözlenen rezonanslar oluşturuyordu. 1976-1979 yılları arasında doktora sonrası araştırmacı olarak Londra Üniversitesi ve Rutherford Laboratuvarları’nda hidrojen hedef üzerine yollanan pion demeti ile ”exotic delta” oluşumlarını inceleyen deneylerde yer aldı. 1979’da Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde Fizik Bölümü’ne girdi. Deneysel yüksek enerji fiziği alanında yaptığı çalışmalarla 1981 yılında doçent ünvanını aldı. 1983 yılında Control Data Corporation’da iki yıl çalışmak üzere üniversiteyi terk etti. 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne döndü ve 3 yıl sonra 1988’de profesör oldu. 1990’dan sonra CERN’deki ATLAS ve CAST deneylerine katılan Arık, Türkiye’nin CERN’e gözlemci üye olmasını sağladı ve burada çalışan Türk bilim insanlarına liderlik yaptı. 1997’den 2000 yılına kadar Viyana’da Birleşmiş Milletler’in bir kuruluşu olan  Comprehensive Test Ban Treaty Organization’da radionuclide görevlisi olarak çalıştı. Aynı zamanda Türk Ulusal Hızlandırıcı Projesi’nin yürütücülüğünü de yapmıştır.

Sadece yüksek enerji fiziği alanında ki çalışmalarıyla kalmayan Arık, Türkiye’de önemli rezervleri bulunan Toryum maddesinin, enerji sorununa temiz ve ekonomik bir çözüm olabileceği ve olması gerektiği yönünde ki görüşleriyle ve çalışmalarıyla tanındı. Bu doğrultuda Türkiye’nin Toryum ile elektrik enerjisi üretebilme olanağına kavuştuğunda trilyonlarca varil petrole eş değerde bir enerji kaynağının sahibi olacağını öne sürdü.

Boğaziçi Üniversitesi’nde kendisiyle aynı bölümde çalışan Metin Arık ile evli ve iki çocuk sahibi olan Arık, 30 Kasım 2007 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi’ndeki bir fizik konferansına katılmak üzere ekibiyle birlikte bindiği uçağın düşmesi* nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Bilim uğruna yaptığı çalışmalarının peşindeyken talihsiz bir şekilde hayata veda eden Engin Arık, bir nevi Türkiye’nin Marie Curie’si olmuştur.

Çalışmalarıyla ve hayatıyla bizlere ilham veren bu büyük bilim insanını ve onunla birlikte kazada hayata veda eden herkesi saygıyla anıyoruz.

Yazan: İlkcan Erdem

Broadway Abi

Renault R9 1.4 Spring…  Her ne kadar kelimelere dökülemeyecek kadar derin bir anlamı olsa da, Amatör Astronomi Topluluğu’nun gayriresmi arazi aracı. Topluluğun yeni kanlarından biri olan ben, yaratıcılık ve üreticiliğin beden bulmuş hali ve insanlık tarihine en aydınlık günlerini yaşatacak insanlardan, sayısız anılara ev sahipliği yapmış “Spring”in sahibi Alpcan ile dün tanışma şansı yakaladım. 10.12.2016 tarihinde, topluluk hakkında hayati manevraların tartışıldığı aristokrat bir toplantı yapıldı.

Bu toplantı sırasında, önce derinlerden gelen bir Spring sesi, ardından da onu gördüm. Karanlıklar içinden çıkıp gelmişti. Çağrı Erciyes’in, “gelecek vadeden iki üyenin tanışması” adındaki küçük bir etkinlikle, beni o kahraman ile tanıştırması aslında sadece bir başlangıçtı.

Ondan ilk ricam oldukça büyüktü. Efsanevi aracın direksiyon koltuğuna oturmak, o an aklıma gelen en uçuk istekti ama söylemiştim bir kere. Hiç beklemediğim şekilde yanıtlandı bu arzum. Heyecanlı bir freshman görmüş, idealist bir bireydi o. Kabul etmişti isteğimi. Ardından, dakikalar içerisinde koltuğundaydım. Evet! Spring’in koltuğundaydım. Marşa basma teklifi vermiştim adeta hadsiz bir şekilde. O da kabul edildi ve elim anahtara gitti. Hiç teklemeden çalışmıştı Spring. Adeta, “daha çok nesil bununla TUG’a gidecek” diyordu. Çok etkilenmiştim. Hatta, büyülenmiştim. Gecenin geri kalanında yaşayacaklarım anlamını yitirmişti. Hatta hayatımda yaşamak istediğim mutlulukların hepsini orada tek celsede yaşamıştım.

Geri döndüğümüzde, toplantıya bir şenlik havası hakimdi. Benim de onların unutulmaz anılarının bir parçası olmam topluluktaki her bireyi etkilemişti. Artık yeni nesillere de bu hikayeleri aktaracak biri vardı. Kısacası, o an topluluktaki tek mutlu kişi ben değildim.

Topluluğun “Millennium Falcon”u hakkındaki hikayelerin geri kalanını, topluluğun farklı farklı bireylerinden dinledim toplantının devamında. Millennium Falcon hakkındaki hikayelere ilişik olarak ise, toplantının ortalarında tanıştığım Han Solo hakkındaki hikayeler de benimle paylaşıldı.

Hikayelerin ardından, Çağrı Erciyes tarafından benim hakkımda kısa bir özet Han Solo’ya verilmiş olacak ki, Han Solo bana asla reddedemeyeceğim son derece idealist ve profesyonel bir teklif ile geldi. Gözlerinde “senin teknik bilgin ve benim teknik bilgim birleştiğinde, bir süpernova yaratacağız” yazıyordu adeta. Çok etkilendim teklifinden ve bir gün sonrası için daha profesyonel bir toplantı planladık.

Gecenin son demlerine geldiğimizde, azmin ve tatlı bir rekabetin söz konusu olduğu, “en hızlı içecek tüketme” yarışması, öncelikle topluluk başkanı ve yönetim kurulu üyeleri tarafından yeni kanlara gösterildi. Ardından ise biz yeni kanlar bu eğitim doğrultusunda benzer bir yarışmayı aramızda yaptık.

Gece bitip ardıma baktığımda; mutluluk, gelecek nesillere ilk günkü heyecanımı koruyarak anlatacağım anılar  ve Han Solo’ile aramızdaki unutulmaz benzerliğin bana yaşattığı şaşkınlığı görüyordum.

Yazan: Ege Can Karanfil

Cumhuriyetin Bilim İnsanı: Cavid Erginsoy

Amatör Astronomi Topluluğu olarak yaptığımız bir çok etkinliği, çok erken yaşta hayata gözlerini yuman ışık dolu bilim insanı Cavid Erginsoy’un adıyla anılan seminer salonunda yapıyoruz. Bu yazımızda da, Modern Türkiye’nin yetiştirdiği aydınlardan biri olan değerli bilim insanı Cavid Erginsoy’un hayatından bahsedeceğiz.

20 Mayıs 1924’te Ankara’da doğuyor Erginsoy. Babası, ailenin geri kalanıyla beraber, İtalya’nın jandarma sistemini öğrenmesi için İtalya’ya gönderiliyor. Henüz 5 yaşındayken İtalyanca ve Türkçe okuyup yazabiliyor Erginsoy. Ortaöğretim ve lise hayatını ise, kütüphanesinin içinde saatler geçirdiği Galatasaray Lisesi’nde tamamlıyor. Aynı kütüphanede, yıllarca sürecek bir arkadaşlığın temelleri de atılıyor. İleride meslektaşı olacak Feza Gürsey ile o kütüphanenin duvarları arasında tanışıyor.

Lise eğitiminin ardından, pek de uzun süre kalmayacağı İstanbul Üniversitesi Elektrik Bölümü’ne giriyor. 1.5 dönem sonra, devletin karşıladığı yurtdışı eğitim burslarının sınavlarına giriyor. Başvurduğu hemen her üniversiteden kabul edilse de, o İngiltere’yi tercih ediyor. Savaş dönemi İngilteresi’nde, başarılarla dolu bir akademik hayata da ilk adımlarını atmış oluyor.

1944 yılında başlayıp, 1946 yılında bitiriyor İngiltere’deki eğitimini. Dönemin en popüler çalışma alanlarından biri olan yarı iletkenler, Erginsoy’u da etkilemiş olacak ki, doktorasını fizik üzerine yapıyor.

Savaş döneminde, yeterli hocanın ve uygun programın olmadığı koşullarda, kuantum mekaniği öğrenmeye çalışıyor. Kitaplardan öğrenmeye çalışıyor. Arkadaşı Feza Gürsey’in endişelerine rağmen çalışma odasına kapanıyor ve aylarca çalışıyor. Aylarca yoğun çalışmanın ardından, adını katı hal fiziği kitaplarına yazdıracak bir çalışmaya imza atıyor.

Savaş dönemi ve savaş sonrasının zorluklarına rağmen, bilimsel  ve kültürel olanaklarından fazlasıyla yararlanıyor Erginsoy. Bir çok bilim insanı gibi o da sanata düşkündür.Klasik müzik çalmayı seven Erginsoy, edebiyata da düşkünlüğü ile biliniyor.  Bir çok yabancı eserin Türkçe’ye çevrilmesini, bir çok Türkçe eserin de farklı dillere çevrilmesini sağlıyor.

Türkiye’ye döndüğünde bilimsel çalışmalarına biraz ara verip ülkesinin eksikliklerine kafa yoran Erginsoy, ülkenin enerji problemleri ile ilgilenmeye başlıyor.

Ülkesinde de duyarlı bir sanat meraklısı olarak günlerini geçiren Erginsoy, sanat dernekleri kuruyor ve birçok etkinliğe katılıyor, etkinlik düzenliyor . Bülent Ecevit’in de aralarında bulunduğu “Helikon” isimli dernekte sanatsal aktiviteler düzenliyor ve bu dernek çok uzun süreler başarıyla etkinlikler düzenliyor.

Nükleer enerjinin evrensel yükselişi, Erginsoy’un da ilgisini çekmişti. Atom enerjisini ülkeye getirmek için pratik çalışmalar yapılmalıydı. Ülkenin bu alandaki eksikliklerini gidermek adına, Erginsoy öncülüğünde Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi kuruluyor.

1957-1958 yıllarında Ülkemizi, Nato Bilim Komisyonu’nda temsil ediyor. Akılcı bilim politikaları üretmek  üzere çalışmalar yapan Erginsoy, gelişmekte olan ülkelere bilim politikası danışmanlığı yapıyor ve sadece ülkemize değil, bir çok ülkeye bu konuda katkılar sağlıyor.

Saf bilimden uzaklaşmanın üzüntüsünü içinde yaşayan Erginsoy, New York’a taşınıyor ve çalışmalarına biraz da burada devam ediyor. New York’ta çalıştığı araştırma merkezinde, daha önce hiç bir yabancı araştırmacıya verilmeyen ömür boyu üyelik, Erginsoy’a veriliyor.

Yurtdışında geçirdiği günlerde, yurt özlemiyle Anadolu’da bir bilim rönesansını hayal ediyor Erginsoy… Ülke özlemi ve ülkesini ileriye taşıma isteği, artık onu yurt dışında tutamamaya başlıyor ve ülkesine dönüş yapıyor.

“Bilim geliştikçe deney imkanları arttı. Artık bilmek eskisi gibi inanmak, öyle farz etmek, tartışmalarla yıkılmayacak bir düşünce yapısı kurmak değil! Doğrudan doğruya, deneylerle fiziksel olayları ayırmak ve sonuçları; rakamlara, matematiğe ve diğer deney sonuçlarına uygun olarak anlamak demek.”
Cavid Erginsoy

Ülkeye döndüğünde önce Tübitak Bilim Kurulu üyeliğine seçiliyor. Ardından da yalnızca birkaç aylık çalışma yapabileceği ODTÜ’de öğretim görevlisi oluyor. ODTÜ’de geçirdiği bu kısa sürede bile, bir çok değerli bilim insanının idolü olarak onların akademik hayatına ışık oluyor. Aydınlattığı yarınlar, modern Türk Cumhuriyeti’nin en önemli  temel dayanağını, ‘Bilimsel Düşünce’yi temel alıyor.

1967 yılında, Cahit Arf’ın ve Erdal İnönü’nün  bulunduğu bir yemekte, kalp krizi sonucu hayata veda eden Erginsoy’un mirası, biz yıldız çocukları oldukça, sonsuza dek onurla ve gururla yaşatılacak.

Yazan: Ege Can Karanfil

Algınızı Değiştirecek Bir Film: Arrival

Geçtiğimiz yıllarda sinema dünyasına bilim kurgu dalında oldukça başarılı olan ve genelde büyük bir heyecanla takip edilen yapımlar eklendi. Yakın tarihte vizyona giren ve beklediğimden çok daha başarılı bir yapım olan Arrival, gözlemleyebildiğim kadarıyla insanların pek de ilgisini çekmeyen bir yapım oldu. Burada yanılma payım elbet var çünkü sadece şahsımın gözlemleyebildiği çevreden bahsediyorum. Kıyaslama yaptığım nokta ise bahsettiğim çevrenin Gravity, Interstellar ve Marslı gibi yapımları Arrival’a kıyasla daha büyük bir ilgiyle takip etmesiydi. Parmak basmak istediğim nokta Arrival’ın kesinlikle hak ettiği ilgiyi görmeyen bir film olması. Bütün bunları bir kenara bırakıp filmden bahsedecek olursak; Arrival bilim kurgu alanında yakın zamanda çıkan filmlere kıyasla çok sık izleyemediğimiz bir tür olarak karşımıza çıkıyor. Evet bilim kurgu var fakat bilim kurgudan ziyade filmin felsefi, dram ve gizem yönü çok daha güçlü ve böyle olması Arrival’ı daha da ilgi çekici kılan niteliklerden zira film beni fazlasıyla etkileyebildi. Üzülerek belirtmeliyim ki bu durum salonumda bulunan izleyiciler ile genel izleyici kitlesi için geçerli değil, bu zamanlarda artık bilim kurgu dendiğinde insanların aklına Arrival’da olanlardan çok daha değişik olaylar geliyor. Çoğu insan bu filmden etkilenmedi çünkü filmde muazzam derecede yıkıcı silahlara sahip olan, gezegenimize ani giriş yapıp saldıran uzaylılar ve her nasılsa böylesine üstün bir teknolojiye karşı elimizde olan basit bir güç ile gezegenimizi kurtaran kahramanlarımız yer almıyor. Bu açıdan önceden uyaralım bu film bilim kurgu evet ama enteresan silahlar, fedakarlıklar ve yersiz aksiyonlar barındırmıyor. Bunların yanında bilim kurgu dendiğinde insanların aklına yukarıda bahsettiğim örneklerin gelmesi başka üzücü bir durum fakat bunu tartışacağımız konu burası değil.

Adı Ted Chiang olan Çinli bir insanın “Story of Your Life” ismindeki hikayesinden uyarlama olan filmimiz henüz başında Max Richter ağabeyimizin muazzam bir parçasını çalarak izleyicilerine filmin devamının nasıl işleyeceğine dair ipucu veriyor. Max Richter eserleri gibi; ağır ve derin. Denis Villeneuve (yönetmen), bizlere bir bilim kurgu filminin dram ve felsefi yönden nasıl zenginleştirilebileceğini ve bunların nasıl kusursuz bir biçimde birleştirilebileceğini kanıtlıyor. Şimdi dilerseniz filmin benim üzerimde bıraktığı etkiyi yansıttığım kısma giriş yapalım. Film aşağıda yazdıklarımdan daha fazla mesaj içeriyor fakat beni en çok etkileyen kısmı aktarıyorum. Filmi izlemediyseniz aşağıda bulunan kalın harflerle yazılmış kısmı atlamanız sizin için fazlasıyla sağlıklı olur.

Sıradan bir günde gezegenimizin 12 farklı bölgesine uzay araçları iniyor (bizler olaylar Montana bölgesine inen uzay aracından takip edeceğiz). Dünya dışından olan canlıların oldukça büyük ve minimal tasarıma sahip uzay araçlarıyla gezegenimizi ziyaret etmeleri üzerine o bölgeyi karantina altına alan ordu iletişime geçmeye çalışıyor. Uzay araçlarının kapısı her 18 saatte bir açılıyor (bunu atmosferin dengelenmesi için gereken süre olarak düşünüyorlar). İlk temas sonucunda sadece anlaşılmayan sesler elde ediliyor ve bu kayıt ediliyor. Bu olaylar arka planda gerçekleşirken dil bilimci ve aynı zamanda üniversite hocası olan Lousie Banks’in hayatından çeşitli sahneler gösteriliyor. Günümüze döndüğümüzde Banks, artık pek de sıradan olmayan bir günde gelişmeleri takip ederken Albay Weber tarafından elde edilen seslerin çevrilmesi amacıyla ziyaret ediliyor. Banks, bu şekilde yardımcı olamayacağını ve onlarla iletişime bizzat geçmesi gerektiğini belirtiyor ve Montana bölgesine doğru yolculuğumuz başlıyor. Dr. Banks, uzaylılar ile olan iletişim süresince teorik fizikçi Ian Donnelly ile birlikte çalışıyor olacak. Alana varmalarının ardından ilk temasları fazlasıyla kısa sürüyor ve kayda değer bir şey elde edilemiyor. Dr. Donnelly çalışmalar sırasında uzaylılara isim veriyor. Heptapod. Yunan dilinde hepta 7, pod ise ayak, yani gayet sade bir biçimde yedi ayak. Sonrasında yapılan denemelerde Dr. Banks yazı yoluyla iletişim kurmayı deniyor ve başarılı oluyor. Uzaylılar ile ilk kayda değer iletişim sağlanıyor  ve aldıkları karşılık daha önce rastlanılmayan döngüsel bir dil, bu nedenle -haliyle- herhangi bir şey anlaşılmıyor. Filmde uzaylıların kullandığı dilin çözülme aşaması biraz hızlı işleniyor çünkü Villeneuve için önemli olan kısım burası değil, kendisi farklı bir noktaya parmak basacak. Filmde Sapir-Whorf hipotezinden bahsediliyor, bu hipoteze göre sözcükler dünyayı nasıl algıladığımızı belirler. Her dilin kendi içinde farklı bir mantığı ve algılama biçimi vardır (ekşisözlük). Dr. Banks, Heptapod dilini çözdükçe var olan algısı tamamen değişime uğruyor, kendisini tanımadığı küçük bir kızın hayalinde görüyor fakat bunları rüya olarak yorumladığı için pek önemsemiyor. Dr. Banks, yedi ayaklıların dilini çözmeye çalışırken diğer ülkeler ile olan bilgi alış verişleri kesintiye uğruyor ve en son edindikleri bilgiye göre Çinli dil bilimciler yedi ayaklıların gezegeni ziyaret etme amaçlarını çözmüş durumdalar. Silah teklifi. Bunun üzerine Çin, yedi ayaklılara karşı savaş ilan ediyor ve var olan ordusunu orada bulunan uzay aracına zarar verme amacıyla o bölgeye yönlendiriyor. Bu sırada Dr. Banks; ordunun, diğer ülkelerin tutumuna karşı Montana bölgesinde bulunan uzay aracının misilleme yapması durumunda hazırlıksız yakalanmamak için görevi iptal edip ayrılmaları gerektiği kararına uymayıp yedi ayaklılar ile son kez iletişime geçmeye çalışıyor ve başarıyor. Yedi ayaklıların diline hakim olan Dr. Banks uzay aracına gidip yaptığı görüşme sonucunda; silah teklifinin aslında yedi ayaklıların dillerinin olduğunun ve yedi ayaklıların üç bin yıl sonra insanlığın yardımına ihtiyacı olacağından onlara bu dili öğretme amacıyla geldikleri bilgisini elde ediyor. Dr. Banks, yedi ayaklıların döngüsel dillerinin zaman algısını değiştirdiği fark ediyor. Bizim kullandığımız dilde zaman; doğrusal, başı ve sonu var fakat yedi ayaklıların dillerinde zaman olduğu gibi işleniyor. Zaman, başı veya sonu olmayan, kendi içinde bükülebilen, uzayıp kısayabilen bir yapıdadır. Dr. Banks, yedi ayaklıların dillerini çözmeye çalışırken rüya olarak yorumladığı her şeyin aslında doğrusal düşünceden çıktığı için kendi hayatının gelecekten birer kesitleri olduğunu anlıyoruz. Bu noktada filmin bizlere vermek istediği mesaj olan, dilin en güçlü silah olduğunu anlıyoruz. Filmin sonunda Dr. Banks’in yedi ayaklıların dillerini insanlara öğreten çalışmalarda yer aldığını görüyoruz. Ve olaylar açıklığa kavuştuğunda Dr. Banks herkesi fazlasıyla düşündüren bir soru soruyor, “Eğer hayatınızı baştan sona her şeyi ile biliyor olsaydınız, bazı şeyleri değiştirir miydiniz?”

Filmin müzikleri Jóhann Jóhannsson tarafından yapılmış. Film müzikleri o kadar yerinde ve etkileyici ki o atmosfere girmekte kesinlikle bir zorluk yaşamadım. Bunun dışında ayrıca belirtmek istiyorum, filmin başında benim fazlasıyla sevdiğim Max Richter’ın bir eserinin çalınması daha en başından filme karşı olan yaklaşımımı değiştirdi. O an çok etkileyici bir film olacağını sezdim. Arrival, izlediğim her saniyesinden haz aldığım nadir filmlerden biri olmayı başardı. İnsanları düşündürmenin, yorumlamaya zorlamanın, sorgulatmanın pek zor olduğu bu dönemde bunu başarabiliyor olmasıyla kesinlikle adından söz edilenden de çok söz edilmesi gereken bir film. Dünya dışından olanlar ile ilk temasımızı böylesine gerçekçi bir biçimde işliyor olması bazı insanları bunaltsa da benim beğenimi fazlasıyla kazandı. Bu filmi kesinlikle herkese öneriyorum ve tekrar uyarıyorum garip silahlar ve işgal altındaki bir gezegen yok, bambaşka bir bilim kurgu var. Sizlere Max Richter’ın film başında kullanılan eseri ile veda ediyorum.

Arrival IMDb sayfası

Arrival fragmanı

Yazan: Doğuş Kaçmaz

Saçlarında Yıldızlar

Saçlarında Yıldızlar

Her yanım aynalarla çevrili olsa da,

Elime zorla ayna tutuştururlardı.

Yüzüme bakayım diye.

Tepemde bir siyah örtü vardı,

Üstü beyaz tozlarla kaplı.

Önüme beyaz örtü serdiler bu sefer,

Üstüm kirlenmesin diye.

Saçlarından yıldızlar akıyordu,

Ve ben de onları toplamaya başladım.

İçimdeki her karanlığa ve umutsuzluğa,

Işık tutsun diye.

Seni ilk yıldızlardan beri arıyorum,

Ve her seferinde de buluyorum, tapıyorum yeniden.

Daha güzel ölüp, daha canlı doğuyorum.

Küçük Prens

-Çağrı Erciyes

Margaret Hamilton; NASA’nın Yazılım Mühendisi

Artık önümüze bir bilgisayar aldığımız zaman oturduğumuz yerden, yazılım sayesinde elektronik aygıtları kontrol edebiliyoruz.  Elektronik aygıtların birbirleriyle haberleşebilmesini ve uyumunu sağlayarak görevlerini ya da kullanılabilirliklerini geliştirmeye yarayan makine komutları olan yazılım bankalardaki müşterilerin para hesaplarını tutan programlardan, robotlara, hatta ve hatta uzay mekiklerinde dahi kullanılmaktadır.  Bugünün teknolojisine bakıldığında kulağa çok da ütopik gelmeyen ve günümüzde birçok insanın herhangi bir yazılım dili bildiği 2016 yılından 1969 yılına Apollo projesine gidelim. Bu yazımızda tarihin en önemli yazılım başarılarından birine ve bu başarının sahibine değinelim.

Yazımızın başkahramanı olan Margaret Heafield Hamilton yazılım mühendisi, bilgisayar bilimci ve sistem mühendisidir. Daha yazılımdan doğru düzgün söz edilmeyen 1960lı yılların sonunda Hamilton, henüz 31 yaşında iken NASA’da Apollo 11 Ay görevi için 145,000 satır assembly kodunu hem tasarlamış, hem yazmış, hem de yazan ekibi yönetmiş. Bu muazzam başarı ile yetinmemiş; asenkron işletim, hata toleranslı sistemler, yazılım test otomasyonu ve öncelikli işlem kuyrukları konularında tarihin ilk modellerini geliştirmiştir.

Apollo projesinin en büyük başarısı olan Apollo 11’in yazılımını ise yukarıdaki fotoğrafta görebilirsiniz. Evet o gördüğünüz kağıt dizisi Hamilton’ın Apollo 11 için eliyle yazmış olduğu  bilgisayar ve hata kodları.

Apollo 11 aracının Ay yüzeyine inmesine dakikalar kalmıştı ve iniş sırasında radar sisteminin gönderdiği veriler bilgisayar işlemcilerinin aşırı yüklenmesinden kaynaklı sistem alarmı vermiştir -iniş sırasında çalışmasına gerek olmayan bu sistemi daha sonradan anlaşıldığı üzere çalışanlar hatayla devreye sokmuşlardır-. Böyle bir sorun karşısında Apollo 11 Ay yüzeyine iniş yapamayacaktı ve mürettabatımız Ay’da yürüyemeyecek böylece Ay’a ilk ayak basan insanlar başkaları olacaktı. Hamilton’ın uçuş aracındaki yazılıma eklediği bir hata ayıklama programı sayesinde, bu hatayı kısa sürede fark ederek birincil öneme sahip görevlere öncelik verip, diğerlerini göz ardı etmeyi başarmıştır (override teknolojisi).

Hamilton’ın ödülleri arasında; Augusta Ada Lovelace Ödülü, NASA tarihinin bir bireye verilen en büyük miktar olan (37.200$) NASA Sıradışı Uzay Çalışması Ödülü, Earlham Koleji Sıradışı Mezun Ödüller’i bulunmaktadır.
2016 yılında en ünlü, kadın NASA çalışanlarının legolarının sergilendiği LEGO Ideas’da adına özel lego sergilendi.

Nihayetinde bugün ABD başkanı Barack Obama tarafından sanat, televizyon, spor  ve bilim dünyasından 21 kişiye Özgürlük Madalyası verildi. Bu 21 kişi arasında’da yazılım dünyasının efsane kadını Margaret Hamilton’da bulunmaktadır.

(Arkadaki Bill Gates’e S.A :D)

Margaret Hamilton’a bilim ve yazılım dünyasına kattığı her şey için teşekkür ederiz… Astronomiyle kalın…

KAYNAKÇA:

Erdağ, H. (2016, June 20). Yazılım Mühendisliğini Bulan Kadın Margaret Hamilton. Retrieved November 23, 2016, from http://www.handanerdag.com/yazilim-muhendisligini-bulan-kadin-margaret-hamilton/

AA (2016, November 18). Obama’dan ünlülere Özgürlük Madalyası. Retrieved November 23, 2016, from http://www.ntv.com.tr/galeri/yasam/obamadan-unlulere-ozgurluk-madalyasi,y0B3h80LEk28911_YtX2QQ/iIjkg4yM20-GOQHPqMuh_w

Yazan: Aylin Açıkgöz