gokyuzu.org

ROGUE ONE, DUMANI ÜSTÜNDE BİR YAZI

Öncelikle şunu söylemek istiyorum; bilgisayara oturmadan önce ”Yazım kesinlikle spoiler’sız olacak!” demiştim. Yanılmışım. Onun yerine şu cümlelerle açıyorum yazımı; Rogue One’a gidin, izleyin, izlettirin. O kadar heyecanla yazıyorum ki tüm yazıyı, spoiler başlığı altına alınıp alınmadığını anlayamadığım için, sadece ciddi spoiler’ları bold ile yazacağım aklınızda bulunsun efendim.

Filme girip de açılış sahnesini izlediğinizde yüzünüze çarpan bir nostalji rüzgarı olacak, onu sıkı kucaklayın; zira film boyunca yanınızda olacak bir dostunuz o. Filmin çekimleri, uzay araçları -özellikle uzay araçları- orijinal filmlere çok sadık kalınarak yapılmış. Bir an, ”Acaba 77-88 filmlerinden flashback mi var ?” diye bir hisse kapıldım. Bu hareketleri benim çok hoşuma gitti çünkü açıkçası Episode VII’de bunu çok görememiştim. Yok demiyorum elbette ama, sadece biraz daha fazla modernleşmeye gitmişler The Force Awakens’ta kanımca. Bu filmde de çoğu efektte -buna olumsuz eleştiri getirecek olan olduğunu düşünmüyorum- modernleşmenin ötesinde nostaljiyle harmanlanmış bir güzellik vardı. Rogue One adeta ödevini çok iyi yapıp da, daha fazlasını göstermek isteyen küçük bir çocuk gibi; ”Ehe bir de böyle güzel yeni görsel efektlerimiz var.” demekten de çekinmiyor arada, ki bu da dediğim gibi benim hoşuma giden bir yöndü. Sadece uzayda geçen savaşlarda değil -fragmanlarda da gördüğümüz- gezegen üzerinde geçen savaşlarda da bahsettiğim havayı yakalamak gayet mümkün. Yine fragmanlardan da görebileceğimiz üzere, bu filmdeki savaş sahneleri biraz daha gerçek hissettiriyor. Demek istediğim şeyi yanlış anlamayın, efektlerden bahsetmiyorum. Gerçek olan savaşın ruhu bu filmde. Ana seriyi izlerken çoğu yerde siz de benim gibi ”Bu ne biçim savaş, kimse burada vurulmaz ki ?” demişsinizdir. Fakat bu film, bir ara film olarak o duyguyu kaldırıyor. Herkesin hayatı ince bir ipliğe bağlı, herkes bunun farkında ve siz o duyguyu filmin ilk sahnesinden -fragmanlarda hissetmediyseniz bile- çok başarılı bir şekilde hissettiriyor. Filmde yaşadığım diğer bir büyük his de korkuydu. Fragmanlarda kendinizi bir Asi olarak düşündüğünüzde yaşadığınız o korku filmde de kendine yer ediniyor elbette. İmparatorluk’a hep büyük bir sevgi beslemişimdir ancak filmde kendimi bir Asi olarak düşündüğümde hiçbir Star Wars filminde yaşamadığım korkuyu yaşadım.

Biliyorsunuz ki Rogue One: A Star Wars Story, Revenge of the Sith ve A New Hope’un arasını anlatan bir film. Bu yüzden de yer yer ana seriye atıfta bulunmaktan da çekinmiyor, yerini belli edercesineFilmden görsel açıda bahsettik, konuyu da zaten biliyor olduğunuzu varsayarak bazı karakter analizlerine geçmek istiyorum. Dikkat buradan sonrası spoiler içerir!

Ana karakterimiz Jyn Erso. Kendisi bir İmparatorluk bilimadamının kızı. Bahsettiğimiz bilimadamı da Galen Erso, kendisi özellikle silahlar üzerinde çalışan birisi. Hangi filmlerini bağladığına bakarak, veya sadece konusunu okuyarak, hangi silahtan bahsettiğimi anlayabilirsiniz ama yine de ufak bir ipucu; bahsettiğim şey bir uydu (moon) değil. Bir olaylar dizisi sonrasında -filmi kitap gibi yazmak istemedim- Jyn tutuklanıyor. Şimdiki konu da onu kurtarmaya gelenler; Asiler. Özellikle Asilerin arasındaki özel birinden bahsetmek istiyorum; K-2SO. Kendisi yeni droidimiz. Ben K2’yu çok sevdim. Ana filmlerdeki droidlerimiz C-3PO ve R2-D2’nun ufak bir yenilikle harmanlanmış hali gibi geldi bana. Konuşma şekli ve yaptığı diyaloglar bizim protokol droidimize benzerken, iğneleme açısından ufak mavi tenekemizden aşağı kalır bir yanı yok. K-2SO’ya biraz özel ilgi gösterdim çünkü kendisi benim çok ilgimi çeken bir karakter. Yeniden programlanmış bir İmparatorluk droidi olduğunun bilincinde ama, tam olarak da bir Asi. Başka bir karakter de Cassian Andro. Cassian film boyunca etik açısından tam olarak bir gri bölgede. Böyle bir durumu diğer filmlerin ana karakterlerinde yaşadığımızı çok söyleyemeyeceğim – Han shot first. Filmin genel gidişatı da gri bölgelerden oluşma ki bence bu çok hoş bir şey çünkü karakterler fazlasıyla gerçek ve gerçek hayatta da yaşadığımız şeyler çoğunlukla gri bölgelerden oluşma. Diğer Asilerden çok bahsetmeyeceğim, zira filmde hepsinin rolü kendini belli ediyor izleyip o zevki ve merak giderilişini yaşayın istiyorum. 

Şu anda yazının en ağır spoiler içeren kısmına gelmiş bulunmaktayız; uyarmadı demeyin. Buradaki konumuz ise üstte bahsettiğim ana filmlere atıf konusu. Filmde üç adet bulunmakta. İlki Darth Vader, ki bunu zaten fragmanlardan da biliyorduk, o yüzden kendisine sonra geleceğim. Bir diğeri ise Asi üssünde bulunan C-3PO ve R2-D2. Evet, sadık droidlerimiz -efendisi gidince kendini düşük moda alacak kadar büyük bir sadakat- bizi yalnız bırakmadılar, zaten ara film olması ve filmleri bağlaması sebebiyle filmin bunu yapışı hem hoş hem de kaçınılmaz olmuş. Şimdi gelelim Darth Vader’a. Yalan söylemeyeceğim kendisinin filmde ufak bir rol oynamasını bekliyordum. Fragmanlarda gözüken ve bize yavaşça sırtı dönen Vader’ın elinin duruşunu çoğu kişi ”force choke” yapıyor oluşuna vermişti. Siz de onlardan biriyseniz, tebrikler! O sahneyi izleyen salonda çıkan tek ses sanırım gözyaşlarının yere düşüşüydü. Dedim ya nostalji. Vader’ın sonraki büyük sahnesi ise bana bu sene yaşatılan en büyük zevklerden. Bunu sizin için mahvetmeyeceğim ve sadece şunu söyleyeceğim; kan aktı. Ayrıca Vader’ın sesini tekrardan James Earl Jones’tan duyacağımızı belirtmekte de fayda var. Üçüncü ve aynı zamanda hem olması en muhtemel hem de en beklenmedik -en azından benim açımdan- atıf; Prenses Leia ve ünlü sözü ”Hope.”. 

Yazımı burada sonlandırmak istiyorum zira etkisini hala üzerimden atabilmiş değilim. Umarım sizlere faydalı bir yazı olmuştur. Umarım merakınızı biraz olsun körükleyebilmiş; en yakın zamanda en yakın sinemaya koşma isteği uyandırabilmişimdir. Bob Iger’in belirttiği üzere bu film bir deney konumunda; ”Acaba insanların evrenin genişlemesine ilgisi olacak mı?”. Bana sorarsanız, cevabı büyük bir EVET. Filmi izledikten sonra bu konu hakkında yorumlarınızı bekliyorum. Bir dahaki yazılarda görüşmek üzere, MAY THE FORCE BE WITH YOU!

Yazan: Ulaş Can Yazar

Algınızı Değiştirecek Bir Film: Arrival

Geçtiğimiz yıllarda sinema dünyasına bilim kurgu dalında oldukça başarılı olan ve genelde büyük bir heyecanla takip edilen yapımlar eklendi. Yakın tarihte vizyona giren ve beklediğimden çok daha başarılı bir yapım olan Arrival, gözlemleyebildiğim kadarıyla insanların pek de ilgisini çekmeyen bir yapım oldu. Burada yanılma payım elbet var çünkü sadece şahsımın gözlemleyebildiği çevreden bahsediyorum. Kıyaslama yaptığım nokta ise bahsettiğim çevrenin Gravity, Interstellar ve Marslı gibi yapımları Arrival’a kıyasla daha büyük bir ilgiyle takip etmesiydi. Parmak basmak istediğim nokta Arrival’ın kesinlikle hak ettiği ilgiyi görmeyen bir film olması. Bütün bunları bir kenara bırakıp filmden bahsedecek olursak; Arrival bilim kurgu alanında yakın zamanda çıkan filmlere kıyasla çok sık izleyemediğimiz bir tür olarak karşımıza çıkıyor. Evet bilim kurgu var fakat bilim kurgudan ziyade filmin felsefi, dram ve gizem yönü çok daha güçlü ve böyle olması Arrival’ı daha da ilgi çekici kılan niteliklerden zira film beni fazlasıyla etkileyebildi. Üzülerek belirtmeliyim ki bu durum salonumda bulunan izleyiciler ile genel izleyici kitlesi için geçerli değil, bu zamanlarda artık bilim kurgu dendiğinde insanların aklına Arrival’da olanlardan çok daha değişik olaylar geliyor. Çoğu insan bu filmden etkilenmedi çünkü filmde muazzam derecede yıkıcı silahlara sahip olan, gezegenimize ani giriş yapıp saldıran uzaylılar ve her nasılsa böylesine üstün bir teknolojiye karşı elimizde olan basit bir güç ile gezegenimizi kurtaran kahramanlarımız yer almıyor. Bu açıdan önceden uyaralım bu film bilim kurgu evet ama enteresan silahlar, fedakarlıklar ve yersiz aksiyonlar barındırmıyor. Bunların yanında bilim kurgu dendiğinde insanların aklına yukarıda bahsettiğim örneklerin gelmesi başka üzücü bir durum fakat bunu tartışacağımız konu burası değil.

Adı Ted Chiang olan Çinli bir insanın “Story of Your Life” ismindeki hikayesinden uyarlama olan filmimiz henüz başında Max Richter ağabeyimizin muazzam bir parçasını çalarak izleyicilerine filmin devamının nasıl işleyeceğine dair ipucu veriyor. Max Richter eserleri gibi; ağır ve derin. Denis Villeneuve (yönetmen), bizlere bir bilim kurgu filminin dram ve felsefi yönden nasıl zenginleştirilebileceğini ve bunların nasıl kusursuz bir biçimde birleştirilebileceğini kanıtlıyor. Şimdi dilerseniz filmin benim üzerimde bıraktığı etkiyi yansıttığım kısma giriş yapalım. Film aşağıda yazdıklarımdan daha fazla mesaj içeriyor fakat beni en çok etkileyen kısmı aktarıyorum. Filmi izlemediyseniz aşağıda bulunan kalın harflerle yazılmış kısmı atlamanız sizin için fazlasıyla sağlıklı olur.

Sıradan bir günde gezegenimizin 12 farklı bölgesine uzay araçları iniyor (bizler olaylar Montana bölgesine inen uzay aracından takip edeceğiz). Dünya dışından olan canlıların oldukça büyük ve minimal tasarıma sahip uzay araçlarıyla gezegenimizi ziyaret etmeleri üzerine o bölgeyi karantina altına alan ordu iletişime geçmeye çalışıyor. Uzay araçlarının kapısı her 18 saatte bir açılıyor (bunu atmosferin dengelenmesi için gereken süre olarak düşünüyorlar). İlk temas sonucunda sadece anlaşılmayan sesler elde ediliyor ve bu kayıt ediliyor. Bu olaylar arka planda gerçekleşirken dil bilimci ve aynı zamanda üniversite hocası olan Lousie Banks’in hayatından çeşitli sahneler gösteriliyor. Günümüze döndüğümüzde Banks, artık pek de sıradan olmayan bir günde gelişmeleri takip ederken Albay Weber tarafından elde edilen seslerin çevrilmesi amacıyla ziyaret ediliyor. Banks, bu şekilde yardımcı olamayacağını ve onlarla iletişime bizzat geçmesi gerektiğini belirtiyor ve Montana bölgesine doğru yolculuğumuz başlıyor. Dr. Banks, uzaylılar ile olan iletişim süresince teorik fizikçi Ian Donnelly ile birlikte çalışıyor olacak. Alana varmalarının ardından ilk temasları fazlasıyla kısa sürüyor ve kayda değer bir şey elde edilemiyor. Dr. Donnelly çalışmalar sırasında uzaylılara isim veriyor. Heptapod. Yunan dilinde hepta 7, pod ise ayak, yani gayet sade bir biçimde yedi ayak. Sonrasında yapılan denemelerde Dr. Banks yazı yoluyla iletişim kurmayı deniyor ve başarılı oluyor. Uzaylılar ile ilk kayda değer iletişim sağlanıyor  ve aldıkları karşılık daha önce rastlanılmayan döngüsel bir dil, bu nedenle -haliyle- herhangi bir şey anlaşılmıyor. Filmde uzaylıların kullandığı dilin çözülme aşaması biraz hızlı işleniyor çünkü Villeneuve için önemli olan kısım burası değil, kendisi farklı bir noktaya parmak basacak. Filmde Sapir-Whorf hipotezinden bahsediliyor, bu hipoteze göre sözcükler dünyayı nasıl algıladığımızı belirler. Her dilin kendi içinde farklı bir mantığı ve algılama biçimi vardır (ekşisözlük). Dr. Banks, Heptapod dilini çözdükçe var olan algısı tamamen değişime uğruyor, kendisini tanımadığı küçük bir kızın hayalinde görüyor fakat bunları rüya olarak yorumladığı için pek önemsemiyor. Dr. Banks, yedi ayaklıların dilini çözmeye çalışırken diğer ülkeler ile olan bilgi alış verişleri kesintiye uğruyor ve en son edindikleri bilgiye göre Çinli dil bilimciler yedi ayaklıların gezegeni ziyaret etme amaçlarını çözmüş durumdalar. Silah teklifi. Bunun üzerine Çin, yedi ayaklılara karşı savaş ilan ediyor ve var olan ordusunu orada bulunan uzay aracına zarar verme amacıyla o bölgeye yönlendiriyor. Bu sırada Dr. Banks; ordunun, diğer ülkelerin tutumuna karşı Montana bölgesinde bulunan uzay aracının misilleme yapması durumunda hazırlıksız yakalanmamak için görevi iptal edip ayrılmaları gerektiği kararına uymayıp yedi ayaklılar ile son kez iletişime geçmeye çalışıyor ve başarıyor. Yedi ayaklıların diline hakim olan Dr. Banks uzay aracına gidip yaptığı görüşme sonucunda; silah teklifinin aslında yedi ayaklıların dillerinin olduğunun ve yedi ayaklıların üç bin yıl sonra insanlığın yardımına ihtiyacı olacağından onlara bu dili öğretme amacıyla geldikleri bilgisini elde ediyor. Dr. Banks, yedi ayaklıların döngüsel dillerinin zaman algısını değiştirdiği fark ediyor. Bizim kullandığımız dilde zaman; doğrusal, başı ve sonu var fakat yedi ayaklıların dillerinde zaman olduğu gibi işleniyor. Zaman, başı veya sonu olmayan, kendi içinde bükülebilen, uzayıp kısayabilen bir yapıdadır. Dr. Banks, yedi ayaklıların dillerini çözmeye çalışırken rüya olarak yorumladığı her şeyin aslında doğrusal düşünceden çıktığı için kendi hayatının gelecekten birer kesitleri olduğunu anlıyoruz. Bu noktada filmin bizlere vermek istediği mesaj olan, dilin en güçlü silah olduğunu anlıyoruz. Filmin sonunda Dr. Banks’in yedi ayaklıların dillerini insanlara öğreten çalışmalarda yer aldığını görüyoruz. Ve olaylar açıklığa kavuştuğunda Dr. Banks herkesi fazlasıyla düşündüren bir soru soruyor, “Eğer hayatınızı baştan sona her şeyi ile biliyor olsaydınız, bazı şeyleri değiştirir miydiniz?”

Filmin müzikleri Jóhann Jóhannsson tarafından yapılmış. Film müzikleri o kadar yerinde ve etkileyici ki o atmosfere girmekte kesinlikle bir zorluk yaşamadım. Bunun dışında ayrıca belirtmek istiyorum, filmin başında benim fazlasıyla sevdiğim Max Richter’ın bir eserinin çalınması daha en başından filme karşı olan yaklaşımımı değiştirdi. O an çok etkileyici bir film olacağını sezdim. Arrival, izlediğim her saniyesinden haz aldığım nadir filmlerden biri olmayı başardı. İnsanları düşündürmenin, yorumlamaya zorlamanın, sorgulatmanın pek zor olduğu bu dönemde bunu başarabiliyor olmasıyla kesinlikle adından söz edilenden de çok söz edilmesi gereken bir film. Dünya dışından olanlar ile ilk temasımızı böylesine gerçekçi bir biçimde işliyor olması bazı insanları bunaltsa da benim beğenimi fazlasıyla kazandı. Bu filmi kesinlikle herkese öneriyorum ve tekrar uyarıyorum garip silahlar ve işgal altındaki bir gezegen yok, bambaşka bir bilim kurgu var. Sizlere Max Richter’ın film başında kullanılan eseri ile veda ediyorum.

Arrival IMDb sayfası

Arrival fragmanı

Yazan: Doğuş Kaçmaz

Açılın, Mars’a Gidiyoruz! National Geographics’in Yeni Yapımı

National Geographic oldukça iddialı  bir çalışmaya daha imza atıyor!  Georgia Teknoloji Enstitüsü’nden Mae Jemison, Cosmos’un sunucusu Neil deGrasse Tyson ve tabii ki Space X’in kurucusu, paşaların paşası; Elon Musk‘ın da yer aldığı (tam liste için aşağıya bakınız) bu çalışma National Geographic’in yaptığı açıklamaya göre 14 Kasım Pazartesi günü saat 20:00’da National Geographic Channel‘da izleyicileri ile buluşacak!

Bu ay içerisinde, 171 ülkede tam 45 ayrı dilde yayınlanacak olan bu program, 6 bölümden oluşacak. Hem uzun metrajlı film hem de bir belgesel niteliği taşıyan bu televizyon serisi, türünün ilk örneği niteliğini de taşıyor.

Son yılların en çok konuşulan gezegenlerinden biri Mars. Bunun en büyük sebebi ise, Mars’ın  Dünya ile olan benzerliği ve uzun zamandır sorulan “Mars’ı kolonileştirebilir miyiz?” sorusu. İşte, National Geographic’in hazırladığı bu programda, gerçek bilgilerin verilmesinin yanı sıra,  2033 yılında Daedelus isimli uzay aracıyla gerçekleşecek kurgusal bir insanlı Mars kolonileştirme projesi hakkında sorular yanıtlanacak.

Yapımcıları arasında, 1995 yılında yayınlanan belgesel-film Apollo 13 filminin yönetmeni olan Ron Howard‘ın da bulunduğu televizyon programının her bir ayrıntısı adeta ilmek ilmek dokunarak hazırlandı.

Kostümler, ekipmanlar ve senaryo tamamen gerçekte olduğu (olacağı) gibi tasarlandı.

Bilimsel açıdan Mars’ın kolonileştirilmesi ile ilgili kafalarda soru işareti bırakmayacak bu program, 14 Kasım pazartesi akşamı izleyicileri ile buluşacak! Heyecanla bekliyoruz!

Bu televizyon serisinde röportaj yapılacakların listesi ise aşağıdaki gibi:

  • Charles Bolden, NASA başkanı; eski NASA astronotu
  • Peter Diamandis,  X Prize’ın kurucu ve genel müdürü; Planetary Resources’ın eş kurucusu ve başkanı
  • Neil deGrasse Tyson, Hayden Planetarium müdürü
  • David Dinges, Pennsylvania Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü
  • Casey Dreier, The Planetary Society’de uzay politikaları yöneticisi
  • Ann Druyan, “COSMOS”un baş yönetmeni ve yazarı
  • Charles Elachi, NASA’nın Jet itiş Laboratuvarının emekli yöneticisi (JPL); Caltech’ten emekli profesör
  • Jim Green, NASA
  • John Grunsfeld, NASA  ortak yöneticisi, eski NASA astronotu
  • Jennifer Heldmann
  • Jedidah Isler, ödüllü astrofizikçi
  • Thomas Kalil
  • Roger Launius
  • John Logsdon,
  • James Lovell, emekli NASA astronotu; Apollo 13 komutanı
  • Elon Musk, SpaceX’in CEO’su; Tesla Motors’un CEO’su ;  SolarCity müdürü
  • Stephen Petranek, “How we’ll live in Mars”ın yazarı (Simon & Schuster, 2015)
  • Mary Roach,  “Packing for Mars”ın yazarı (W. W. Norton & Co., 2010)
  • Jennifer Trosper, Mars 2020 görev kordinatör, JPL
  • Andy Weir, “The Martian”yazarı (Crown, 2014)
  • Robert Zubrin, Mars Topluluğu başkanı; Pioneer Astronautics’ın başkanı

Detaylı bilgi ve bölüm bilgileri için : http://channel.nationalgeographic.com/mars/

Yazan: Ege Can Karanfil