gokyuzu.org

Güneş Sistemi Rehberi

Kozmos. Kelimelerin ne denli güçlü olabileceğini bizlere fazlasıyla çarpıcı bir biçimde anlatabilen yegane kelimelerden biri. Bir kelime; karanlığı, aydınlığı, milyarlarca yılı, sessizliği, düzeni ve düzensizliği, doğumu ve ölümü, ölümün ardında bıraktığı güzellikleri, geride kalan güzellikler ile doğan yıldızları ve galaksileri, galaksilerden birinin bir köşesinde ölen yıldızın kalıntılarından doğan başka bir yıldızın sıcaklığı ve enerjisi ile hayat bulanları yani bizleri anlatabiliyor.

İnsanlığın mütevazı hayatı, evrende bulunan milyarlarca galaksi arasından Samanyolu Galaksisi’nin bir kolunda başladı. Samanyolu’nun Avcı (Orion) Kolu içerisinde bulunan; değil galaksi ile, Avcı Kolu ile kıyaslandığında dahi esamesi okunmayacak olan Güneş Sistemi içerisinde sürdürüyoruz yaşamlarımızı. Bu perspektiften baktığımızda içerisinde oldukça coşkulu hayat sürdürdüğümüz gezegenimizin, başka bir deyişle soluk mavi noktanın, bu destansı büyüklükteki kozmik okyanusta küçücük bir damla su olduğunun farkına varabiliyoruz. Bizler, içerisinde yaşadığımız o gizemli sistemin varlığını henüz fazla uzak olmayan bir geçmişte farkına vardık. Onu anlamaya yönelik adımlarımızı ise daha yeni yeni atmaya başladık. İnsanlık, şu an için yürümeyi öğrenmeye çalışan bir bebek gibi; kimi zaman cesurca, kimi zaman ise korkuyla daha fazla adım atmaya çalışıyor. Şu ana kadar derin bir arzu ve merak ile attığımız adımlar ise bizlere sistemimiz (Güneş Sistemi) ve kendimiz hakkında oldukça etkileyici bilgiler edindirdi.

İnsanın ömrü boyunca keşfedebileceğinden ve öğrenebileceğinden çok daha fazla gizem barındıran sistemimiz hakkında şu ana dek elde edilen bilgileri detaylar ile boğulmamış, okurlarını ileri okuma yapmaya teşvik edeceğini umduğum yazıya başlayalım. Alt başlıklar halinde sistemi anlatmaya çalışacağım. Umarım beğenirsiniz.

Keşfedilişi:

Henüz modern astronomi dönemine geçilmemişken sadece birkaç insan ve medeniyet Güneş Sistemi’nin işleyişini anlamaya yönelik adımlar attı. Sistem, sorgulanması ve araştırılması yasaklanmış bir alan gibiydi. Bu durum öylesine kötü bir hale bürünmüştü ki, çok da uzak olmayan bir geçmişte gökbilimsel sistemlerin büyük çoğunluğu, Dünya’nın sabit olduğu ve uzayda bilinen bütün gezegenlerin, yıldızların ve diğer gök cisimlerinin Dünya etrafında döndüğü düşüncesi kabul edilerek geliştirilmişti. Buna ek olarak insanlar, kendilerini çok mühim ve benzersiz kabul ettikleri dönemlerde; yaşadıkları gezegenin diğer gezegenlerden, yıldızlardan ve diğer oluşumlardan farklı ve kutsal olduğu görüşünü benimsediler. Tahmin edebileceğiniz üzere bu ve benzeri görüşler astronomi biliminin gelişmesine engel oldu. Fakat bilime inanan, otoriteye ve yaygın görüşün ne kadar güçlü olduğuna aldırış etmeyen cesur insanlar sayesinde, insanlık her gece büyülenerek izlediği gökyüzünün gizemlerinin kapısını geç de olsa aralayabildi.

İlk ve Orta çağ dönemlerinde bazı Yunan, Arap ve Asyalı astronomlar evrenin Güneş merkezli bir sistem olduğunu belirttiler. Bu görüş kısaca, Dünya ve benzeri gezegenlerin Güneş etrafında döndüğünü kabul ediyordu. Yani gezegenimizin kutsal olmadığını, evrendeki her şeyin bizim etrafımızda dönmediğini ve özel olmadığımızı; aksine Dünya’nın diğer gezegenler gibi Güneş’in etrafında döndüğünü belirttiler. İleri sürülen bu fikirler, otoriteleri sarsacak gelişmelere yol açabileceğinden geniş çapta yankılanması biraz zaman aldı. Tam olarak yayılması ve kabul görmesi için Copernicus’un matematiksel bir ön görüş modeli geliştirmesi gerekiyordu. On altıncı yüzyıla gelindiğinde Copernicus tarafından geliştirilen model (Commentariolus) sayesinde Güneş merkezli sistem görüşü geniş kitlelere yayıldı.

Galileo (1564 – 1642) insanlara Aziz Mark meydanında gökyüzünü gözlemleyebilmeleri için teleskopunun nasıl kullanılacağını gösterirdi.

On yedinci yüzyıla gelindiğinde Galileo, Kepler ve Newton gibi bilim insanlarının geliştirdikleri fiziksel kuramlar Güneş merkezli sistem görüşünün yavaş yavaş kabul görmesine hatırı sayılır derecede katkı sağladı. Bu gelişmelere ek olarak kütle çekim kuvveti gibi teorilerin geliştirilmesi ise sistemin birer üyesi olan diğer gezegenlerin de Dünya ile aynı fiziksel  yasalara sahip olduğunun fark edilmesini sağladı.

Teleskobun icadı ve geniş çapta kullanılması astronomi biliminin gelişmesinde tek başına çok büyük bir rol oynadı. Bu konuya verilebilecek en iyi örnek sanıyorum ki Galileo olacaktır. 1610 yılında Galileo kendi teleskobuyla dikkatini çeken 3 küçük “yıldızı” gözlemlediğinde onlarda bir anormallik fark etti. Yıldızlar olması gerekenden daha garip biçimde hareket ediyorlardı. Gözlemlerine devam eden Galileo sonraları bu üç yıldızın Jüpiter’in yörüngesi etrafında döndüklerini fark etti. Böylece Galileo, Jüpiter’in en büyük üç uydusunu keşfetmiş oldu. Dördüncü büyük uyduyu keşfetmesi ise çok uzak olmayan bir tarihte gerçekleşti. Galileo, keşfettiği bu dört uyduya hocası(nın ismi olan) Cosimo II De’Medici’nin şerefine “Medici yıldızları” denmesini istedi fakat kendinden sonra gelen astronomlar bu uyduları onları keşfedenin şerefine “Galileo uyduları” olarak adlandırılmasının en uygunu olacağını düşündüler. Bahsedilen bu uyduların isimleri; Io, Europa, Ganymede ve Callisto’dur. Bir başka örnek olan Christiaan Huygens ise 1645 yılında Satürn’ün çevresinde ince, düz ve ekliptik eğimli katı bir halka gözlemlediğini öne sürdü (evet, şimdilerde görenleri büyüleyen Satürn halkası). Sonraları Huygens, kendisi tarafından tasarlanan elli kat mercek ile güçlendirilmiş teleskop kullanarak Satürn’ün uydusu olan Titan’ı keşfetti. Zamanla teleskop kullanımının giderek yayılması sonucu sistemin diğer üyeleri olan Uranüs ve Neptün gezegenleri ki bulunmalarında matematik biliminin de büyük katkısı vardır, ile birlikte Halley gibi kuyruklu yıldızlar ve asteroid kuşakları keşfedildi.

On dokuzuncu yüzyılda üç farklı astronomun birbirinden bağımsız bir şekilde gerçekleştirdiği üç farklı gözlem, sistemin doğasını ve onun evrendeki yerini belirlemede fazlasıyla yardımcı oldu. Bu gözlemlerden ilki 1839 yılında Alman astronom Friedrich Bessel tarafından yapıldı. Bessel, Dünya’nın Güneş etrafındaki devinimi sırasında yıldızların pozisyonlarındaki gözlemlenebilen değişimi başarılı bir şekilde ölçebildi. Bu başarı Güneş sistemli merkez modelini kanıtlamakla kalmayıp Güneş ile diğer yıldızlar arasındaki mesafeyi de ölçebilmemizi sağladı. 1859 yılında Robert Bunsen ve Gustav Kirchhoff henüz icat edilmiş olan tayfölçeri kullanarak Güneş’in tayfsal imzasını incelediler (tayfölçer ya da spektroskop, Güneş gibi bir cisimden gelen beyaz ışığı bir prizmanın yapabileceğinden çok daha geniş bir renk yelpazesine ulaşacak şekilde ayırıyor ve gneiş bir renk yelpazesine yayılan ışıkta bazı siyah bölgeler oluşuyor). Bu iki bilim insanının yaptıkları çalışmanın sonucuda, Güneş’in yapısını oluşturan elementlerin gezegenimizde bulunan elementlerle aynı olduğunu; yani uzay ile Dünya’nın aynı elementlerden oluştuğunu kanıtladılar.

Uzaklık açısı tekniği ile, astronomlar Dünya’nın yörüngesindeki iki farklı konumdan bir objeyi gözlemleyerek o objenin uzaklığını tam olarak ölçebiliyorlar. Telif: Alexandra Angelich, NRAO/AUI/NSF.

Sonraları, İtalyan astronom olan Peder Angelo Secchi, Güneş’in tayfsal imzası ile gözlemlenebilen diğer yıldızların tayfsal imzalarını karşılaştırdı ve elde ettiği verilerin hemen hemen aynı olduklarını gördü. Secchi’nin yaptığı bu keşif Güneş’in ve evrende bulunan bütün yıldızların aynı materyallerden meydana geldiğini ispat etmiş oldu.

Bu gelişmelerin dışında, yaptığı gözlemler sonucunda dış gezegenlerin yörüngelerinde bir uyuşmazlık olduğunu fark eden Amerikalı astronom Percival Lowell, Neptün’ün ötesinde henüz bilinmeyen başka bir gezegenin var olabileceğini düşündü. Lowell’in ölümünün ardından ona ithafen kurulan Lowell Rasathanesi’nde sürdürülen bir çalışma sonucunda, Clyde Tombaugh 1930 yılında şimdilerde cüce gezegen dediğimiz Plüton’u keşfetti.

1992 yılında Hawai Üniversitesi’nden astronom David C. Jewitt ve MIT’den astronom Jane Luu birlikte yürüttükleri çalışma neticesinde Neptün Ötesi Cisimlerini keşfettiler. Neptün Ötesi Cisim (NÖC), Güneş Sistemi’nde bulunup ortalama yörüngesi Neptün gezegeninin ortalama yörüngesinden daha büyük olan gök cisimlerine verilen isimdir. Bu keşif, astronomlar tarafından Güneş Sistemi’nin sınırında olduğu tahmin edilen Kuiper Kuşağı’nın varlığını kanıtlamış oldu.

Kuiper Kuşağı bölgesinde yapılan detaylı çalışmalar sonucunda yeni yüzyılın başlangıcında birçok keşif gerçekleştirildi. Mike Brown, Chad Trujillo, David Rabinowitz ve diğer astronomlarca sürdürülen çalışmalar sonucunda; Eris ve diğer Plütonumsu gezegenlerin keşfedilmesi bilim insanlarına “Gezegenleri gezegen yapan koşul nedir?” sorusunu sordurttu. Bu sorunun ana tema olarak alındığı “Great Planet Debate” adı verilen bir konferans sonucunda Uluslararası Gökbilim Federasyonu ilkeleri ve gezegenlerin belirlenmesi hakkında halihazırda var olan sözleşme değiştirildi. Evet, Plüton bu konferans sonrasında cüce gezegen kategorisine girdi.

Yapısı ve Bileşimi:

Otorite sahibi insanların inançlarını sorgulamanın, kendi düşüncelerinizi paylaşmanın şahsınız için çok tehlikeli olduğu dönemlerde inanılanın aksine Güneş, insanların onu fark etmesinin çok öncesinden beridir hep sistemin merkezindeydi. 4,5 milyar yıl kadar geçmişe gidersek eğer Güneş’in evrene gözünü açtığı anı yakalayabiliriz, bizler için her şeyin başladığı zamana. Bulunduğu bölgede kendinden daha büyük bir yıldızın ölmesi sonucu geride kalanlardan oluşan Güneş, yalnızlığı pek sevmemiş olsa gerek ki kendine milyarlarca yıl sürecek olan dostluklar edinmiş. Güneş, zaman içinde dostlarını zayıf noktalarından vurup zarar verse de dostları; milyonlarca yıldır yaptıkları şeye yani Güneş’in etrafında dönmeye devam etmişler. Güneş; dört kayasal gezegen (iç gezegenler), Mars ile Jüpiter arasında bulunan asteroid kuşağı, dört gaz devi (dış gezegenler) ve kendisinden 30 ila 50 astronomik birim (AU) uzaklıkta geniş bir alana yayılmış küçük yığınlar tarafından çevrelenmektedir. Dış gezegenlerinde ötesinde ise yıldızımızdan 100.000 AU uzaklıkta olan, sistemimizin yıldızlararası maddeye sınırı olan Oort Bulutu bulunmaktadır. (1 AU = 149.597.871 km).

Güneş, sistemin bilinen tüm ağırlığının %99,86 kadarını tek başına kaplıyor ve kütle çekim gücü; iç gezegenlerin, asteroid kuşaklarının, dış gezegenlerin ve daha da dışta bulunan yığınların tamamının uzaya savrulmasına engel oluyor. Sistemin kalan %0,14 ağırlığının %99 kadarı dört büyük gaz devi (Jüpiter ve Satürn ise o %99’luk kısmın %90’ını karşılıyor) tarafından doldurulurken, geride kalan %1 kadarlık ağırlık; dört kayasal gezegen, cüce gezegenler, uydular, asteroidler ve kuyruklu yıldızlar tarafından dolduruluyor.

Güneş ve gezegenlerin ölçeklendirilişi. Telif: Judy Schmidt, Björn Jónsson

Sistemde bulunan çoğu gezegenin kendine ait ikincil bir sistemi var. Uydular. Bunlardan bize en yakın olanı; fazlaca kabul gören bir görüşe göre Mars boyutundaki bir cismin Dünya ile çarpışması sonucu oluşmuş olan, bizleri meteorlardan koruyan, geceleri yıldızımızın yokluğunda bizlere ışık ve estetik bir görüntü sağlayan, bazı canlılara yön bulma konusunda yardımcı olan ve insanlık olarak en samimi olduğumuz uydumuz, Ay. İç Güneş Sistemi bölgesinde bulunan gezegenlerin (Merkür, Venüs, Dünya ve Mars) sahip olduğu uydu sayısı Dış Güneş Sistemi bölgesinde bulunan gezegenlere (Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün) göre oldukça azdır. Dış sistemde bulunan gaz devlerinin çok sayıda uydularının bulunmasının yanı sıra onlara ayrı bir güzellik katan halkaları da vardır. Bu halkalar, sayıları gerçekten çok fazla olan ve genişlikleri en fazla bir kilometre kadar olan küçük parçacıkların bir araya gelerek adeta bir bütün gibi davranmaları sonucu oluşmaktadır.

Sistemde bulunan neredeyse tüm maddelerin oluşmasında bir kaynak olarak rol almış Güneş’in %98 kadarı hidrojen ve helyum elementlerinden oluşmuştur. İç Güneş Sistemi içerisinde bulunan, kayasal gezegenler olarak da adlandırılan, gezegenler (artık biliyorsunuz) ise ağırlıklı olarak silikat, demir ve nikelden oluşmuştur. Mars ile Jüpiter arasında bulunan kuşaktan sonra gelen gaz devleri ise hidrojen, helyum, çeşitli gazlar, su, metan, amonyak, hidrojen sülfat ve buz halde bulunan karbondioksitten oluşmuştur. Güneş ile arasındaki mesafe oldukça fazla olan cisimler ise erime noktası çok düşük olan maddelerden oluşmuştur. Dev gezegenlerin (bazen buz devleri olarak da adlandırılabilen Uranüs ve Neptün) uyduları ve daha önce de bahsettiğimiz Neptün ötesinde bulunan devasa çokluktaki cisimler ise gezegen oluşumu sırasında Güneş’in yakınlarında barınamayacak olan buzlu cisimlerin bir araya gelmesi ile oluşmuştur.

Oluşumu ve Evrimi:

Güneş’in oluşumu; evren için sıradan ve basit, milyarlarca yıl sonra yine evrenin yardımıyla gözlerini açacak olan meraklı canlılar için mucizevi bir olay. Evrende ölümün kesinlikle bir son olmadığının, yıldızların ihtişamlı hayatlarının sona ermesinin sadece bir başlangıç olduğunun kanıtıdır Güneş’in oluşum süreci. Uzayda bulunduğumuz bölgede (Güneş Sistemi), henüz Güneş oluşmamış iken hacim olarak yıldızımızdan daha büyük başka bir yıldız yer alıyordu. O yıldız hayatının sonuna geldiğinde bir süpernova (büyük bir yıldızın enerjisi bitince gerçekleştirdiği patlama) gerçekleştirerek ardında kendinden kalan hidrojen, helyum ve o iki elemente oranla daha ağır yapıda olan diğer elementlerden oluşan büyükçe bir moleküler bulut bıraktı. Oluşan moleküler bulut, geniş bir merkezi çıkıntıya sahip olan dönen bir disk oluşturana kadar milyonlarca yıl süren bir çöküş yaşadı. Diskin dışında kalan kısım gezegenleri, merkez çıkıntı ise şimdilerde Güneş dediğimiz yıldızı oluşturacaktı. Merkez çıkıntı, sıcaklığı yükselene kadar (birkaç milyon derece) kendi ağırlığı altında çökmeye devam etti ve böylece döteryum atomları kaynaşmaya başladı ve sonucunda termonükleer enerji kütle çekimine karşı gelmeye başladı. Bu yaşananlar çöküş hızını biraz yavaşlattı fakat sonucunda hidrojen elementinin helyuma dönüştüğü füzyonu gerçekleştiren ikinci aşamaya geçilmesini sağladı ve böylece Güneş’in mevcut evriminin ilk safhası başlamış oldu. Güneş’in çekirdeğinde bu olaylar gerçekleşirken yüzeyi de öylece oturup olanları izlemedi, olaylar gerçekleşirken yüzey oldukça aktif bir haldeydi ve bu aktiflik sonucunda oluşan çok güçlü bir rüzgar gezegenlerin oluşumuna katılmayan tozları ve gazları dışarıya doğru süpürdü. Oluşan bu “T-Tauri rüzgarı” aynı zamanda iç gezegenlerin atmosferlerini de temizleyerek onları çıplak kaya haline getirdi. İç gezegenlerde volkanik olarak aktif olanlar atmosferlerini volkanik aktivite sonucu açığa çıkan gazlar ile yeniden tamamlayabildiler. Başından sonuna kadar, süpernova sonrası oluşan moleküler buluttan Güneş ve gezegenlerin oluşması yüz milyon yıl kadar sürdü ve emin olun kozmik zaman için bu süre hiç de uzun değil.

Merkür, Venüs, Dünya ve Mars’ın oluşum sürecinde kaynama noktaları çok yüksek olan metaller ve silikatlardan oluştukları için Güneş’in yakınında kalabildiler. Ve Güneş oluşmadan önce moleküler bulut oluşturarak ölen yıldızın içeriğinde az sayıda metalik elementler olduğundan iç gezegenler oldukları hacimlerinden daha fazla büyüyemediler. Buna karşın dev gezegenler olarak adlandırdığımız Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün buzlu bileşiklerin katı kalabilmesi için yeterince soğuk olan noktalarda oluştular. Onları oluşturan buzlu bileşikler ve gazlar, kayasal gezegenleri oluşturan metalik elementlerden daha çeşitli olduğu için dev olarak adlandırılmayı hak ediyorlar. Gezegen olmayı başaramayan çeşitli artıklar ise Asteroid Kuşağı, Kuiper Kuşağı ve Oort Bulutu çevresinde toplanmış durumdalar. O artıklar zaman zaman dev gezegenlerin kütle çekim oyunlarına kanıp Güneş’e doğru yöneliyorlar. Ve tam olarak o anlarda tarih boyunca insanları ürkütmeyi, sevindirmeyi ve düşündürmeyi başaran gök taşları; dev gezegenlerin onları yanıltmasıyla Güneş’in o devasa kütle çekimine boyun eğip, ona yaklaştıkları her an buz hallerinin giderek erimesi sonucu ardında bir kuyruk bırakarak bizlere görsel şölen hazırlıyorlar. Kuyruklu yıldızlar bizlere dev gezegenlerin, Güneş’in destansı kütle çekim gücünün, gök taşlarının ve büyüleyici evrenin küçük bir armağanı, oldukça nadir görülmeleri de onlara başka bir güzellik katıyor. (Zamanın artıkları olan kuyruklu yıldızlar hakkındaki yazım için tıklayın.)

Güneş Sistemi’nde bulunan kayasal gezegenlerin boyutlarının yaklaşık olarak karşılaştırılması. Soldan sağa doğru; Merkür, Venüs, Dünya ve Mars. Telif: Lunar and Planetary Institute

Güneş, var olan ihtişamını çekirdeğinde bulunan hidrojenin tamamını helyuma dönüştürene dek sürdürecektir. Bu demek oluyor ki, insanlık şu andan itibaren gezegenimize zarar vermeyi bırakırsa, onun yararına olan teknolojileri kullanırsa ve gezegenimizde önümüzde bulunan beş milyar yıl boyunca herhangi bir uzaysal ya da karasal tehdit yaşanmazsa bizler burada yaşamlarımızı beş milyar yıl kadar sürdürebileceğiz. Ütopyalar tam olarak bu yüzden asla “ulaşılamayacak olan, en iyisi” olarak tanımlanıyorlar. İnsanlık olarak bizler yüz binlerce yıl önce hayatta kalma güdüsüyle başladığımız serüvenimize; meraklı oluşumuzu, cesaretimizi, hatalarımızı, öğrenme yeteneğimizi ve zekamızı ekleyerek şu ana gelebildik. Bu açıdan bakıldığında gezegende yaşayan diğer canlılara göre oldukça başarılıyız ve bu yüzden onlar yerine insanlar gezegene hakim durumda. Fakat insanların bunca başarılı yanlarının dışında oldukça zayıf yönleri de var, kendi türlerinin sonunu getirmelerine neden olabilecek yönleri. İnsanlığın yarattığı ve ona zarar vermeye başlayan inanışlar, kurduğu başarısız ve onu yok eden düzen ve sistemler, insanlığın tarihindeki başarılı yönlerini artık tamamen gölgede bırakıyor. İnsanlık, içinde bulunduğu zaman diliminde o kadar çaresiz durumda ki şu anda yaşayabileceği tek gezegenin şu an için burası (Dünya) olduğunu umursamazca ona zarar vermeye devam ediyor. Tek düşündüğü şey daha fazla para kazanmak, siyasi yönden daha güçlü olmak ya da kendi çizdiği ülke sınırları içerisinde bulunan kara parçasını daha ileriye taşımak. Bunları yaparken insanlığın unuttuğu önemli bir nokta var; bu gezegen bir zamanlar fazlasıyla büyük tek bir kıta halinde idi. İnsanlığın geleceği; herhangi bir ülkenin kendi çatısı altındaki başarıları değildir, herhangi bir ideoloji ya da bilinmezlere karşı korku içinde sığındığı herhangi bir varlık da değildir. İnsanlığın geleceği, evrimin kendisine en büyük armağanı olan zekasını kullanmaktadır. Bizler günlük sorunlarımızla, gereksiz ideolojiler ile boğuşurken önemli gerçekleri unuttuk. Milyarlarca yıldır var olan bu gezegenin yine milyarlarca yıldır yaptığı gibi Güneş etrafında dönmesi için içerisinde sadece birkaç yüz bin yıldır var olan misafirlere ihtiyacı yok, tam aksine o misafirlerin hayatta kalma eylemlerine devam edebilmeleri için o gezegene ihtiyacı var. Bizler şu anda var olan hızda zarar vermeye devam edersek bu kırılgan gezegene, sonumuzun gelmesi için beş milyar yıl kadar beklememiz gerekmeyecek. Güneş, çekirdeğinde bulunan hidrojenin tamamını helyuma dönüştürdüğünde Dünya ve diğer gezegenler milyarlarca yıldır yaptığı şeye; Güneş’in etrafında dönme eylemlerine devam edecekler fakat küçük farklılıklar olacak. Dünya biraz daha Venüs gezegenine benzeyecek, içerisinde canlılığa dair pek bir şey kalmayacak. Burada başlayan burada bitecek.

Güneş, çekirdeğinde bulunan hidrojenini tamamen helyuma dönüştürdüğünde mevcut çapının yaklaşık olarak 260 katına kadar genişlemiş olacak. Bunun ardından artık yıldızımız kırmızı bir dev olacak, mevcut olan enerjisinden çok daha güçlü bir enerjiye sahip olan devimiz; Merkür ile Venüs gezegenlerini buharlaştıracak, yaşanabilir bölgeyi Mars yörüngesinin dışına kadar çekecek ve gezegenimizi kesin olarak yaşanılmaz hale sokacak. Sonrasında Güneş, çekirdeğinde bulunan helyumun füzyonu için yeterli sıcaklığa ulaştığında bir süreliğine helyum yakacak ve sonrasında nükleer reaksiyonları yavaş yavaş azalacak. Ömrünün sonlarına geldiğinde, dış katmanlarının tamamı uzaya karışacak ve geriye eski Güneş’in ağırlığının yarısına sahip olan ve boyut olarak ise Dünya kadar olan beyaz bir cüce yıldız bırakacak. Uzaya karışan dış katmanlar ise adeta bir tohum gibi; milyarlarca yıl önce kendi doğumunda kullanılan maddeler ve yenileri ile birlikte yıldızlararası ortama dönerek, başka bir gezegenimsi bulutsu oluşturacak.

İç Güneş Sistemi:

İç gezegenler; koca bir sistemin en mütevazı, kendilerine ve bizlere hayat veren yıldızımızın en yakın konukları. Atmosferden yoksun, gece ve gündüz döngüsü arasındaki sıcaklık farkı çok aşırı noktalarda olan Merkür, içerisinde adeta cehennemi yaşatan Venüs, barındırdığı hayat ile sistemin en kırılgan gezegenlerinden olan soluk mavi nokta ve yakın geçmişte kendisini oluşturduğumuz uzay araçları ile çokça rahatsız ettiğimiz Mars. Bu dört gezegen Güneş’in yakınlarında milyonlarca yıllık süreçte, kaynama noktası çok yüksek olan metalik elementler ve silikatların bir araya gelmesiyle oluştu. Gaz devlerinin aksine bu dört minik gezegen birbirlerine o kadar yakınlar ki, dördünün yörüngesinin tümünün yarıçapı Jüpiter ve Satürn’ün yörüngeleri arasındaki mesafeden daha düşük kalıyor. Bunun yanı sıra gaz devlerine göre daha yoğun bir halde olan iç gezegenlerden sadece Dünya ve Mars gezegenleri uyduya sahiptir (Ay, Phobos ve Deimos) ve ne yazık ki hiçbiri onlara estetiklik katacak olan halkalara sahip değildir. Kayasal gezegenler olarak da adlandırılabilen bu gezegenlerin kabuk ve manto kısımlarını silikatlar, çekirdek kısımlarını ise demir ve nikel oluşturmuştur.

MESSENGER isimli uzay aracı tarafından çekilen Merkür fotoğrafı. Telif: NASA

Merkür, manyetik alanı gezegenimizinkinin %1’i kadarı olan ve gün içinde yıldızımızın tüm ihtişamıyla bütün bir sisteme yaydığı ışınlarından gelen ısıyı yansıtmasına, ya da gece vaktinde gündüz aldığı ısıyı içerisinde tutmasına yarayan atmosfere sahip olmadığından; gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok yüksek olan bir gezegendir. Bütün bir sistemin neredeyse en yoğun gezegeni olan Merkür’ün hiç uydusu yoktur, Güneş ile olan ve bolca değişkenlik gösteren ilişkisine tek başına devam etmektedir.

Venüs. Telif: NASA

Venüs; aşk ve güzellik tanrıçası. Dışarıdan bakıldığında kendi de ismi gibi fazlasıyla alımlı olmasına rağmen gezegene biraz yaklaşıldığında Venüs’ün dışarıdakilere gösterdiğinin aksine oldukça tehlikeli bir yapıya sahip olduğu gerçeğini öğreniyoruz. Venüs, yıldızımıza olan uzaklık açısından ikinci sırada olmasına rağmen -Merkür gezegeninin bir atmosfere sahip olmayışının da etkisi var elbette- bütün sistemin en sıcak gezegenidir. Gezegenin bütün o ihtişamlı görüntüsünün altında adeta bir cehennem yatıyor. Dünya ile neredeyse aynı boyutlarda olan Venüs gezegeni kalın ve çok zehirli bir atmosfere sahip. Buna ek olarak gezegenin yüzeyinde sürekli olarak devam eden volkanik olaylar atmosferdeki karbondioksit seviyesini sürekli olarak arttırıyor. İçeriye giren ısı, atmosferdeki yoğun gazlar sebebiyle dışarıya çıkamadan soğuruluyor ve gezegende sera etkisi yaratıyor. Atmosferinin %96 kadarının karbondioksit, kalan kısmının ise azot ve diğer gazlardan oluşması ve atmosferde bulunan yoğun bulutların içeriğinde sülfürik asit, aşındırıcı bileşikler ve az miktarda su bulunması; o ortamda -bizim aşina olduğumuz türde- canlıların yaşamasına izin vermiyor. Basınç miktarı da oldukça fazla olduğundan buraya indirmeyi başardığımız uzay araçları belirli bir süre sonra büzülüp, sıcaklığın etkisiyle de erimektedir. Venüs, şu an için kendi gezegenimizin uzak geleceğinin bir hali olarak örnek gösterilebilir. Eğer ki bizler hali hazırda yapıldığı gibi büyük bir hızla devam eden karbon salınımını durdurmaz isek atmosferdeki zararlı gazların çoğalması durumu kaçınılmaz olacaktır. Gazların çoğalması durumunda gelen ısının o gazlar tarafından tutulması ise kırılgan gezegenimizde de bir sera etkisi yaratacak ve gezegende oksijene ihtiyaç duyan bütün canlılar için acı bir son yaşanacak.

Soluk mavi nokta. Telif: NASA

Soluk mavi nokta, dört kayasal gezegenden yaşam için gerekli olan sıvı suyu barındıran tek gezegen. Bizleri uzayın zararlı radyasyonundan ve Güneş’in zararlı ışınlarından koruyan atmosfere sahip. Diğer kayasal gezegenler gibi gezegenimiz de kayalık bir yüzeye, dağlara, kanyonlara ve metal bir çekirdeğe sahiptir. Carl Sagan bu gezegen için yaptığı bir konuşmada, “Sevdiğimiz, tanıdığımız, adını duyduğumuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes o nokta üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kaderimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çitçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kaşif, ahlak hocası, yobaz siyasetçi, her süperstar, her “yüce önder”, her aziz ve günahkar onun üzerinde – bir gün ışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde. (…) Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu düşüncemiz; bütün bunların hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok.” diyor. Carl Sagan’ın isteği üzerine 1999 yılında Voyager 1 isimli uzay aracının Güneş Sistemi’nden çıkmadan önce kameralarının son kez gezegenimize çevrilmesi üzerine çekilen fotoğrafın yine kendisi tarafından yorumlaması idi okuduğunuz o metin. Benim ve çok fazla insanın uzaya ve bilime merak salmasını sağlayan bir konuşma idi o. Gezegenimiz, ona ve gelecek nesillere katkı sağlayan, son derece kritik fikirler aşılayan birçok önemli insana ev sahipliği yaptı. Carl Sagan ise onlardan biri. Düşünceleri, arzuları, bilim ve onu yayma konusunda gösterdiği çaba ve isteği bizlere çok iyi bir örnek. Bizler o ve onun gibi insanların ardında bıraktığı mirası alıp geleceğe taşımalıyız, taşımalıyız ki insanlığın sahip ve muhtaç olduğu tek şey olan kırılgan gezegenimizin değeri daha çok anlaşılsın. O miras nesilden nesle aktarılmalı ki; var olan ideolojilerin, savaşların, inanışların her birinin işe yaradığı tek şeyin sadece kendi kendimizi yok etmek olduğu akıllara kazınsın. Dünya, üzerinde bulunan misafirlerinin tek yuvası; kirli zihinlerin oyunlarıyla onu kaybetmek demek bir ideolojinin çökmesi, bir savaşın kaybedilmesi, bir ülkenin diğerlerine göre daha geride kalması ya da birkaç insanın daha az para kazanması demek değil; bilinen tüm hayatın sonlanması demek. Daha önce de söylediğim gibi, gezegenimizin milyarlarca yıldır yaptığı şeye devam edebilmesi için içinde yüz binlerce yıldır yaşayan canlılara ihtiyacı yok. O canlıların hayatlarını sürdürebilmeleri için gezegenimize ihtiyacı var.

Mars. Telif: NASA

Mars, kızıl gezegen. Şimdilerde insanlığın koloni kurmayı düşündüğü, gizemli bir geçmişe sahip gezegen. Kırmızı rengini yüzeyini oluşturan, demir bakımından oldukça zengin olan materyallerin oksitlenmesi sonucu alır. Fazla ışık kirliliği olmayan açık bir gecede eğer ki pozisyonu uygunsa onu kırmızı renkte görebilirsiniz, oldukça estetik bir görüntüsü vardır. Dünya ile kıyaslandığında biraz fazla küçük kalan Mars; dört bin kilometre uzunluğunda ve yedi kilometre derinliğinde dev bir kanyona ve 21 bin 229 metreye kadar yükselen bütün sistemin en büyük dağına sahiptir. Yüzeyinin çoğu kısmı eski ve kraterle ile doludur, bunların yanında henüz yeni oluşmuş bölgeleri de bünyesinde barındırır. Kutuplarında bulunan buzullar bahar ve yaz mevsimlerinde küçülür. Mars, gezegenimize göre daha az yoğundur ve daha küçük manyetik alan sahiptir. Daha küçük manyetik alana sahip olması da Mars’ın sıvı bir çekirdekten ziyade katı bir çekirdeğe sahip olduğunun göstergesidir. Zayıf olan manyetik alanı şu anda olduğu halin bir sebebi olarak görülebiliyor, Güneş tarafından yollanan zararlı ışınları yeteri kadar dışarı doğru savuramıyor. Gök bilimciler Mars’ın ince atmosfere sahip olmasından yola çıkarak orada bulunabilecek olan suyun sıvı formda olabileceğine, ancak bu zamana dek yavaşça uzaya buharlaştığına inanıyorlar. Mars, iç gezegenler arasından uyduya sahip olan ikinci gezegendir (ilki Dünya), uydularının adı; Phobos ve Deimos.

Dış Güneş Sistemi:

Ölen bir yıldızın ardında bıraktığı buzlu bileşiklerden ve gazlardan olabildiğine faydalanıp gittikçe devleşen dış gezegenler. İçerisine birkaç Dünya’yı sığdırabilecek boyutta olan ve yüzyıllardır devam eden bir fırtınaya ev sahipliği yapan en büyük gezegenimiz; Jüpiter, görenleri kendisine aşık ettirici güzelliğe sahip Satürn, sistemin aykırı üyesi Uranüs ve sistemin en son gezegeni olan Neptün. Dört gaz devi. Dış gezegenler, isimlerinin haklarını verir derecede büyükler (bunun için kendilerine öldüğünde biraz bonkör davranan yıldıza teşekkür etmeliler). Gazlar ile sarmalanmış dış gezegenlerininin her bir üyesinin -her ne kadar sadece Satürn’ü bilsek de- halkaları ve iç gezegenlere kıyasla çok fazla sayıda uydusu vardır. Oldukça büyük olmalarına rağmen yalnızca iki tanesi ışık kirliliğinin pek güçlü olmadığı bölgelerde gözle görülür seviyededir: Jüpiter ve Satürn. Keşfedilmek için biraz bekleyen Uranüs ve Neptün ise fark edildikten sonra astronomlara sistemin aslında düşünülenden çok daha büyük olabileceğini kanıtladı ve sonraları daha dışa dönük araştırmalar yapıldı.

Güneş Sisteminin gaz devleri. Soldan sağa doğru; Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün. Telif: Lunar and Planetary Institude

Sistemin en büyüğü, Jüpiter. Kendi etrafındaki dönüşünü on saatte, Güneş çevresindeki dönüşünü ise on yıl içerisinde tamamlayan Jüpiter; hidrojen ve helyumdan oluşmuştur. Tahminlere göre Dünya boyutunda bir çekirdeğe sahiptir. Bu dev gezegen; onlarca uyduya, solgun halkalara ve dört yüz yıldan beridir devam eden bir fırtınanın sebep olduğu kırmızı bir lekeye sahiptir.

Sistemin en güzeli, Satürn. Tahmin edebileceğiniz üzere, onu fazlasıyla güzelleştiren halka sistemiyle tanınmaktadır. Milyonlarca küçük parçanın muazzam bir birliktelik göstererek oluşturduğu, gezegeni çevreleyen halkanın yedi farklı ayrımı ve boşluğu vardır. Bu halkanın nasıl oluştuğu hala bir araştırma konusudur. Satürn gezegeninin de Jüpiter gibi çok sayıda uydusu vardır. Atmosferi çoğunlukla hidrojen ve helyumdan oluşmuştur. Satürn, kendi etrafındaki dönüşünü 10,7 saatte, Güneş etrafındaki dönüşünü ise 29 yıl içerisinde tamamlar.

Aykırı üye, Uranüs. Uranüs’ün kendisini diğer gezegenlerden ayıran eşsiz bir özelliği vardır; eksen eğikliğinin yaklaşık olarak 98° olması (Bu konu hakkında sitemizde mevcut bir yazı var.). Bu durum onun neredeyse yana yatık bir biçimde kendi etrafında dönmesini sağlamaktadır. Yazıda da bahsedildiği gibi bu durumu açıklamak için ortaya atılan teoriler mevcut fakat hala ikna edici değiller. Tek bildiğimiz şey; 1781 yılında William Herschel tarafından keşfedilen Uranüs diğerleri gibi değil. Gezegenin kendi etrafındaki dönüşü 17 saatte, Güneş etrafındaki dönüşü ise 84 yılda gerçekleşiyor. İçerisinde bulunan kayaç çekirdeği; helyum, metan, amonyak, hidrojen ve su kaplamaktadır. Uranüs de diğer gaz devleri gibi birden fazla uyduya ve bir halka sistemine sahiptir.

En uzak ve son gezegen, Neptün. Göz ile görülmeyişi onun keşfinin biraz (fazla) gecikmesine neden olmuştur. İçeriğinde; su, amonyak, metan, hidrojen ve helyum vardır ve Dünya ile aynı boyutta olan bir çekirdeğe sahiptir. Diğer gaz devleri gibi Neptün gezegeninin de birden fazla uydusu ve halkalı sistemi vardır. Voyager 2 isimli uzay aracı, Güneş Sistemi’nden çıkmadan önce 1989 yılında Uranüs ve Neptün gezegenlerini gözlemleyebilen ilk uzay aracı olmuştur.

Güneş Sistemi’nde bulunan uydular. Telif: NASA

Neptün Ötesi Bölgesi:

Sistemin son gezegeni olan Neptün’ün ötesine hakim olan, ağırlığını koyabilen bir gezegen yoktur. Neptün geçildiğinde artık gezegenlerin değil de, Kuiper Kuşağı olarak adlandırılan bölgede bulunan; çapı yüz kilometre kadar olan binlerce cismin hüküm sürdüğü bölgeye erişirsiniz. Cüce gezegenler, gezegen oluşumu sürecine katılamayanlar, artıklar. O cisimlerin boyutlarının küçük olması ve gezegenimize oldukça uzak olmaları kimyasal içeriklerinin belirlenmesini oldukça güçlendirmesine rağmen bölgenin keşfinden beridir sürdürülen spektrografik çalışmaları neticesinde bazı bilgiler edinebildik. Elde edilen bilgiler doğrultusunda, o bölgedeki cisimlerin genelinin metan gibi hafif hidrokarbonlardan, amonyak ve buz halindeki suyun bir arada olduğu halden oluştuğunu biliyoruz.

Cüce gezegen Plüton dışında bu bölgenin adının anılmasını sağlayan birkaç cisim daha var. Bunlar; Quaoar, Makemake, Haumea, Orcus ve Eris. Bahsedilen cüce gezegenlerin her biri buzlu içerikler ile kaplı ve bazılarının uydusu bile var. Kuiper Kuşağı içerisinde bulunan cisimlerin uzaklığı gerçekten korkutucu boyutta fakat yeteri kadar sabırlı olursak o bölgeyi daha yakından tanımamıza engel olabilecek pek bir şey yok.

Oort Bulutu ve Uzak Bölgeler:

Oort Bulutu, yıldızımızdan 2.000 ila 5.000 AU (0,03 ışık yılı ila 0,08 ışık yılı) uzaklıkta başlayıp 50.000 AU boyunca uzanır. Bazı tahminler bu bölgenin en dış sınırlarının 100 bin ila 200 bin AU (1,58 ila 3,16 ışık yılı) uzaklığa kadar gittiğini söyler. Bulutun dış kısmı küresel, iç kısmı ise disk şeklindedir. Dış Oort Bulutu bölgesi, çapı bir kilometreyi geçen trilyonlarca nesneye ve aynı zamanda çapı 20 kilometreye kadar ulaşan milyarlarca nesneye ev sahipliği yapar. Şu an için bu bölgenin ağırlığını net olarak hesaplayamasak da, Halley kuyruklu yıldızının Oort Bulutu bölgesinde bulunan cisimleri temsil edecek nitelikte bir cisim olduğunu var sayarak ortaya bir şeyler çıkarabiliyoruz. Geçmiş kuyruklu yıldızlardan yapılan analizlere göre su, metan, etan, karbon monoksit, hidrojen siyanür ve amonyak gibi buzsu uçuculardan oluşan Oort Bulutu cisimleri; dışarıdan sistemimizi ziyaret edecek olanların ilk durağı, yalnızlığımızı paylaşma arzusuyla evrene gönderdiğimiz uzay araçlarının sistemimizden çıkmadan önceki son durağıdır.

Güneş Sistemi. Telif: NASA

Son Sözler:

Sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz, benliğimiz, hislerimiz, duygularımız, hayallerimiz, rüyalarımız, unutamadıklarımız, sahip olduklarımız ve olamadıklarımız, dileklerimiz, arzularımız ve umutlarımız; kısaca var oluşumuz, epey uzak bir geçmişte yaşam döngüsünün son anlarına gelen bir yıldızın ölmesi ve başka bir yıldızın yeni bir döngüye başlayabilmesi için ardında bıraktıklarıyla meydana geldi. Evrenin bize armağanı olan benliğimizle bizler kozmosu izledik ve  hakkında çeşitli efsaneler oluşturduk. Henüz ona dair bir şeyleri öğrenmeye çok uzak olduğumuz zamanlarda kozmos ve onun parçası olan büyüleyici cisimler bizler için kimi zaman bolluk kimi zaman ise felaket habercisi oldu. Merakımızın korkumuzu yendiği zaman geldiğinde ise bizler evrene karşı duyduğumuz o şiddetli merakı giderecek gelişmeler sonucunda onu keşfetmeye koyulduk. Evrende bulabildiklerimiz ve bulmayı umduklarımız bizleri şaşırttı ve her daim bir adım daha ileriye gitmemiz için bizleri adeta büyüledi. Bugün bizler, geliştirdiğimiz yüksek teknoloji sayesinde ürettiğimiz daha kapsamlı uzay araçlarıyla evreni daha iyi anlayabiliyoruz. İnsan olmanın bize vadettiği en önemli güdü olan merak ve keşfetme güdüsü bizlerin içinde yaşadıkça ve yıldızımız yaşam döngüsünü tamamlayıncaya dek -hatta belki tamamladıktan sonra bile- , evrene olan merakımız ve onu araştırmaya yönelik şiddetli arzumuz devam edecek. Ve inanıyorum ki, bir gün insanlık kendi türüne son verecek olan kötü fikirlerinden arındığında, kozmosu anlaması için önünde herhangi bir engel kalmayacak.

Yaşadığımız gezegen, yaşadığımız hayatlar ve insan olabilmek fazlasıyla güzel. Bizler, küçük gezegenimizde kendi küçük yaşam döngümüzü kozmos için pek de uzun olmayan bir zaman diliminde tamamlayan canlılarız. O uzun olmayan zaman dilimine sığdırdıklarımız yaşam döngümüzün ne denli etkili olduğunu belirliyor. Kararlarımızın ve eylemlerimizin sonuçları bir şekilde başka birilerinin hayatını etkileyebiliyor. Ben ise bu yazıyı yazarak başka insanların da kendi geleceğine ilgi duymasını sağlayabilmeyi umdum. Bu nedenle yazıyı buraya kadar okuyanlara tüm kalbimle teşekkürlerimi iletiyorum. Umuyorum ki bu yazıyı okumak için ayırdığınız vakte değmiştir.

Son olarak sizlere bu yazının hazırlanma aşamasında bana yardımcı olan bir şarkıyı iletmek istiyorum. Kendi yaşam döngünüzü gurur duyacağınız, mantıklı kararlar ile doldurmanız umuduyla, iyi dinlemeler.

Galileo örneği için kaynak: Vikipedi

Güneş oluşum evresi için kaynak: NASA

Yazı içinde kullanılan detaylı bilgiler ve ileri okuma için kaynak: Universe Today 

Yazan: Doğuş Kaçmaz