gokyuzu.org

Astroloji Neden Bilim Değildir?

Astroloji Neden Bilim Değildir?

Mağara çağlarından bu yana, insanların ilgisini çeken bir yer olmuştur gökyüzü. Gökyüzünü aydınlatan o hayat kaynağı sarı ışık huzmesi ve bu büyük ışık huzmesinin yokluğunda ortaya çıkan ufak ateş parçaları… İnsanların bu cisimlerin belirli bir kurallar dizisi dâhilinde hareket ettiğini fark etmeleri uzun sürmedi. Bundan dolayı da eski zamanlarda insanlar için gökyüzünü okumak, hayatta kalabilmeleri için oldukça gerekli bir hale geldi çünkü gökyüzündeki hareketlilik, atalarımız için bir nevi takvim niteliğindeydi. Tarımın icat edilmesinden sonra ekimin ve hasatın ne zaman yapılması gerektiğini bu gökyüzü haritası söylüyordu. Güneş ve yıldızlar mevsimleri belirliyor, Ay ise gel-gitleri, birçok hayvanın yaşam evrelerini belirliyordu. Güneş, yıldızlar ve Ay ‘ın insan yaşamı üzeri etkisi olduğuna göre atalarımızın aklına şu soru gelmiş olmalı: “Gökteki öteki cisimler insan yaşamını etkiliyorsa, gezegenlerin etkisi ne olabilir ?”

Astrolojiye girmeden önce takımyıldız kavramını anlatmamız gerekir. Takımyıldızlar, antik çağlarda tanrılar, savaşçılar gibi karakterlerin sahip olduğu mitolojik hikâyelerin adeta tuvalleri idi. İnanılmaz bir hayal günüce sahip bu insanlar, yarattıkları eşsiz mitolojik kültürlerini ve destanlarını gökyüzüne dökmüşlerdi. Öyle ki, bu hikâyelere göre avcı avını hedef alıyor, Pegasus, kanatlanıp gökyüzüne uçuyor ve prenses Andromeda ise hapis düştüğü zindandan kaçıyordu. O zamanlardaki insanlar için gökyüzündeki yıldızlar adeta “noktaları birleştir” oyunu gibiydi. Bu birleştirilmiş noktalar arasında önemli olan birkaç takımyıldız vardır. Bu takımyıldızların özelliği Güneş’in bulunduğu yörünge içinde olmuş olmalarıdır ve bu özellik, Güneş’in hangi mevsimde hangi takımyıldız üzerinde olduğunu belirtmeye olanak sağlar. Antik çağlarda bu yapının yardımı ile “Zodyak Çemberi” adı verilen takvim benzeri bir cetvel yapılmıştı. Bu cetvel, tutulmaları ve gündönümlerini(ekinoks) tahmin etmeye olanak vermekteydi. Astrolojinin ortaya çıkışı, bu takımyıldızların insan hayatını etkileyip etkilemediğini sorgulanması ile ortaya çıkmaya başladı.

Astrolojinin kökenleri Batlamyus adıyla bilinen Claudius Ptolemaus’a kadar iner. Babilliler gökyüzünü 12’ye ayırmış ve bugün aşina olduğumuz burçları ortaya çıkarmışlardır. Carl Sagan Cosmos adlı kitabında Batlamyus’un Tetrabiblos adlı astoloji kitabından bir kaydı aktarmış. Kitapta yazanlara göre Batlamyus gezegenlerin sadece insanların huylarını etkilediğine inanmakla kalmıyor aynı zamanda bedensel özelliklerini de etkilediğinden bahsediyor. Bir teoriye bilimsel diyebilmemiz için deneysel verilerle desteklenebilmesi gerekir. Ancak Astrolojinin ve yıldız fallarının birçok mantıksal soruya cevap veremediği ortada. Mesela,

  • İkizlerin yaşamı… İkizlerin doğumu aynı gezegenin belirli bir yerde oluşuna rastlar. Fakat yaşadıkları hayatlar birbirinden farklıdır.
  • Burçların belirlenmesinde ana rahmine düşme zamanı değil de doğum saati ve günü göz önüne alınır.
  • Çoğu Astrolojik terim, Dünyanın merkezde olduğuna inanıldığı zamandan kalmadır. Güneş Merkezli modellerde anlamlarını yitirirler.
  • Peki ya, Uranüs, Neptün ve Plüton… Antik çağda bu gezegenler gözlemlenemiyordu. Gezegenlerin konumunun, insan davranışı ve olaylar üzerine bir etkisi varsa, o zaman bu gök cisimleri olmadan kurulmuş olan astrolojik denklemler nasıl olur da doğru olabilir?
  • Bahsedilen Güneş yörüngesine Aralık-Ocak ayları içerisinde Yılancı adı verilen bir takımyıldız bulunmakta, bu takımyıldız astrologlar tarafından yok sayılmıştır.
  • Astrologlar tarafından bir burcun etki süresi, Güneş’in arkasında kaldığı süreye göre belirlenmekte, ancak tüm burç takımyıldızları aynı büyüklükte değil. Mesela Akrep Burcunun Güneş arkasında kalma süresi iki ay iken Terazinin yarım aydır. Dolayısıyla her burcun etki süresinin bir ay olması anlamsızdır.

Astrolojiye ve yıldız fallarına olan inancı tersine çevirmek için girişimde bulunan Bart Bok, Lawrence Jerome ve Paul Kurtz 1975 yılında 19‘u Nobel ödüllü alan 192 bilim insanı tarafından imzalanan bir bildiri yayınladılar. Bildiride verilen tepki, biraz da günümüz basın kuruşlarınadır zira günlük gazetelerde hep fallar ve burç yorumları görebilirken nadiren bilim haberleri görebilirsiniz. Tamamen antik çağlara ait uydurma fikirler üzerinden insanlar günümüzde para kazanmaktadır.

Astrolojiye olan inanışta  “Forer (Barnum) Etkisi” de oldukça etkilidir, çünkü genel topluma hitap eden şeyler kişisel de algılanabilmektedir. Aslında bu söylenenler tahmin değil öneri niteliğindedir. Dünyada terazi burcuna sahip milyonlarca insan var. Astrologlar genel yorumlar yapıyorlar ki birçok insana uysun. Bu belirsizlik bilimin çürütülebilirlik özelliğine de ortadan kaldırıp, sözde bilim olduğuna işaret eden bir diğer neden olarak gösterilebilir.

Yıldızlar ve gezgenler bizleri elbette etkilerler, ancak aramızdaki bağ astrologların önerdiğinden çok daha muhteşemdir. Bizler şu anda gökyüzünde gördüğünüz milyarlarca ve milyarlarca yıldıza, etrafımızı saran bir higgs alanıyla, kütleçekimi alanlarıyla bağlıyız ve yaptığımız her ufak hareket, bu cisimlere etki etmekte. Bu açıdan burcunuz size 3 vakte kadar ne olacağını söyleyemez ancak gezegenimizin sonraki zamanlardaki konumu hakkında fikir verebilir.

Kaynaklar:

Cosmos – Carl Sagan

https://www.academia.edu/2813746/Why_astrology_is_a_pseudoscience

Bu yazı, NBeyin Dergisi Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır

Yazarlar

Damla Şahinbaş, ODTÜ Fen Bilimleri Öğretmenliği Bölümü

Özgür Can Özüdoğru, ODTÜ Fizik Bölümü

Jacoleyn Bell Burnell ile Röportaj

Okuyacağınız yazı, ilk olarak Bilim ve Gelecek Dergisi Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır.

Jacoleyn Bell Burnell ile Röportaj

Boğaziçi Üniversitesinde verdiği muhteşem konferansın arından Prof Dr Burnell, dergimizden Özgür Can Özüdoğru’nun da içinde bulunduğu bir basın ekibinin sorularını cevaplamayı kabul etti. Kendisine kişisel hayatından kadın haklarına, günümüz bilimsel gündeminden sosyal konulara kadar pek çok alanda sorular sorduk. Kendisi hiçbirini atlamadan ve bizleri kırmadan tüm sorularımıza tatmin edici cevaplar verdi.

Basın Grubu (BG): Öncelikle hoş geldiniz, söyleşi isteğimizi kırmadığınız için teşekkür ederiz. İlk önce kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Şu anda hangi üniversitede çalışmaktasınız ve neler yapıyorsunuz?

Jacoleyn Bell Burnell (JBB): Ben Birleşik Krallık vatandaşı bir astrofizikçiyim, şu anda Oxford Üniversitesi’nde bulunmaktayım. “Gravitational Radiation” (Yerçekimsel Radyasyon) adlı yüksek lisans dersini vermekteyim. Ayrıca uzunca süre Kraliyet Astronomlar Topluluğu’nun (Royal Astronomical Society) da başkanlığını yaptım.

BG: Sunumuz sırasında günlük hayatta erkeklerin kadınlar üzerinde farkında olmadan yaptığı bilinçsiz önyargıdan(unconcious bias) bahsettiniz. Sunumunuzda akademik bir durum için bu örneği vermiştiniz ancak günümüz toplumunda bu çok büyük bir sorun. Türkiye gibi ülkelerde bu sorunla başa çıkmak için ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?

JBB: Toplum içindeki kadın profilini güçlendirmek çok önemli. Bunun için ise hevesli ve yetenekli kadınlar desteklenmeli. Böylece toplum içinde “başarılı” kadınlar gören ebeveynler, kızlarını teşvik edebilirler çünkü önlerinde emsal olabilecek örnekler bulunur. Bu şekilde entelektüel kadınların miktarı artarsa kadınların profili artabilir. Günümüzde bilim ile ilgilenen kadınların pek çoğunun sorunu önlerinde örnek alabileceği insan miktarının az olmasıdır.

BG: Haklısınız, bu oldukça önemli bir mesele. Ayrıca hayatınız boyunca hep kadın hakları organizasyonlarında da yer aldınız değil mi?

JBB: Kadının bilimdeki yerini sağlamlaştırmayı amaçlayan dayanışma kurumlarında bulundum evet. Kadın bilim insanı adaylarına maddi manevi destekler sunduk, aynı zamanda ne için kadınların da bilim ve mühendislik gerektiğini anlatan bildiriler yayımladık. Ayrıca bu tutumumuzun dönem ile ekonomik bir gerekçesi de vardı. Savaştan yeni çıkan toplumda mühendis olarak yetiştirilebilecek kadar erkek yoktu. Dolayısıyla ülkemizin de buna ihtiyacı vardı. Biz de bu fikirler çerçevesinde kadınlara destek olacak bir kurum kurduk.

BG: Başka bir soruya geçelim. Sizce iyi bir bilim insanı aynı zamanda dindar olabilir mi?

JBB: Elbette, cevap vermeden önce belirtmeliyim ki ben kendim dindar bir bireyim ancak her zaman dini görüşlerimin yaptığım bilimsel yargılara karışmamasını sağlamaya çalıştım.

BG: Peki bunu nasıl sağladınız?

JBB: İçinde bulunduğum Protestan Mezhebin sorgulamaya ve bilime açık olduğunu düşünüyorum. Ancak bu her din için mümkün değil. Hatta dinler gelecekte var olmak istiyorlar ise bilim ile tutarlı olacak şekilde kendilerini güncellemek, modifiye etmek zorundalar. Ben de kendi dinimin bu tür bir reform sürecinden geçtiğini düşündüğüm için bilimsel bakış açıma bir sorun yarattığını sanmıyorum.

BG: Bu Türkiye’ye ilk gelişiniz mi?

JBB: Hayır daha önce bir iki defa daha gelmiştim.

BG: Peki Türkiye toplumu, yaşantısı, bilimsel duruşu hakkında ne düşünüyorsunuz?

JBB: Türkiye’nin genellikle Akdeniz Bölgesine tatile geldim. Ölüdenizin doğasını ve manzarasını çok sevmiştim. Ayrıca yöresel mutfağı harikaydı ve yöre halkı çok yardımseverdi. Türkler genel olarak çok arkadaş canlısı. En azından benim memleketime kıyasla. Türkiye’nin bilimsel açıdan avantajı olduğunu düşünüyorum. Hem Asyalı hem de Avrupalı insanları içinde bulundurması, farklı kültürler ve farklı görüşler ile en doğru yargıya daha kolay ulaşabilmesini kolayştırıyor olmalı, ancak affınıza sığınıyorum, Türk akademisi hakkında bilgilerim oldukça kısıtlı. Buraya da Ali’nin (Prof. Dr. Mehmet Ali Alpar, Sabancı Üniversitesi Astrofizik Bölümü) daveti üzerine severek geldim.

BG: Bir Pulsarı, hiçbir bilimsel arka planı olmayan sıradan bir insana nasıl tarif edersiniz?

JBB: Bunlar evrendeki en tuhaf cisimler… Karadeliklerden bile tuhaflar çünkü teorize edemiyoruz (Bu sunumdan bir hafta sonra ilan edilen yerçekimsel dalgalar bu sorunu çözüyor), diğer yıldızlardan da daha tuhaflar çünkü sahip olduğu ortamı, tepkimelerini Dünya yüzeyinde bir laboratuarda yaratmak mümkün değil. Bu yüzden, bu enerji fışkırtan cisimler, evreni algılayışımızın sınırlarını zorladı. Bizleri hayal gücümüzde yaratmamızın bile güç olduğu dünyalara sürükledi.

BG: Uzun süren bir eğitmenlik tecrübeniz oldu akademide, pek çok ders verdiniz. Bu tecrübelerinizden yola çıkarak günümüz gençliğine ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

JBB: Her şeyden önce bilimin ulaşılmaz bir şey olmadığının fark edilmesi gerek. Toplumumuz her geçen gün daha da “akıllı”laşıyor. Mesela ben evimdeki buz dolabının sıcaklığını cep telefonumdaki uygulamadan şu anda ayarlayabiliyorum, evimin bahçesindeki güvenlik kamerasını izleyebiliyorum. Para yavaş yavaş sanal bir şey haline gelmeye başladı, bankacılık sanal alem üzerinden yapılmaya başlandı. Bu inanılmaz bilgi birikimini dönüştürebilecek ve algılayabilecek bilgi birikimine erişmemiz gerekiyor. Ayrıca bu teknolojik imkanların daha da geniş kesimlere yayılabilmesi için daha fazla mühendislere ihtiyacımız var. Tavsiye kısmına gelirsem, kendimden bir örnek verebilirim. Ben oldukça genç yaşta astronomi ile ilgileneceğimi biliyordum, tam kalbimden hem de. Gençlere tavsiyem, yapmayı sevdiğiniz şeyleri ve ilgi alanlarınızı erken keşfedin, bu gelecek hayatınızda çok daha sağlıklı ve emin kararlar vermenizi sağlıyor. Ben, iyi bir astronom olmak istediğimin bilincine ulaştığım zaman, herhangi bir engelle karşılaştığımda hep kendime şunu söyledim. “Eğer şimdi pes edersem iyi bir astronom olamayacağım.” Bu cümleyi defalarca tekrarladım. Ya da şunu söylerdim: “Gerçekten bu engelle yüzleşecek kadar çok mu seviyorum astronomiyi?” sonra kendi kendime bağırırdım “EVET!” diye.

BG: Bunlar çok güzel tavsiyeler. Bir kişinin neyde iyi olduğunun erken farkına varması onun için büyük bir avantaj olacaktır. Peki, ailelere ne tavsiye edersiniz? Çünkü özellikle Türkiye’de aileler çocuklarının bilimle ilgilenmesini çoğunlukla parasal kaygılardan ötürü istemiyorlar.

JBB: Eğer bir konuyu seviyorsanız, sevdiğiniz konu hakkında yeteneğiniz de varsa o alanda daha çabuk yükselirsiniz ve her alanın başarılı insanları iyi paralar kazanır. Aileler bu açıdan doğru düşünmüyorlar.

BG: Konuyu biraz daha alanınıza çekersek, Pulsarlar konusunda şu anda bir uzmansınız…

JBB: Hahaha, şu anda değilim, ben keşfettim yalnızca, Pulsar Astronomisi alanını kurduğum zaman belki bir uzman diyebilirdim kendime ancak bu yaşta bir uzman değilim.

BG: Peki o halde. Sunumunuzda “Şu anda daha yolun başındayız” demiştiniz. Yolun devamında ne göreceğiz. Kaba olacak biraz ancak günlük yaşantımıza, topluma ne gibi bir etkisi olacak Pulsarların.

JBB: Hiçbir etkisi olmayacak. En azından yakın gelecekte. Ne zaman ki dünya dışı bir varlık ile iletişim kurarız yahut yıldızlar arası yolculukların yöntemini buluruz, o zaman Pulsarları saat olarak kullanabiliriz. Dönüş periyotları bu tür amaçlar için kullanılmaya oldukça müsait. Gelecekte puslar satleri, ışık hızı gibi bakış açısına göre değişmeyen yapılar olarak gelecek insanının günlük hayatında yer alabilir.

BG: Peki bu Pulsarlar insanlar için herhangi bir tehdit oluşturuyor mu?

JBB: Bizler böyle bir tehlike yaratacak en yakın Pulsardan çok uzaktayız, üzerimize bu cisimlerdne gelen ışık bile çok az.

BG: Pulsarları barındıran en ilginç ve sınırları zorlayıcı cisim ne olabilir sizce peki?

JBB: Bir Pulsar ile bir karadeliğin birbiri etrafında döndüğünü görebilseydik bu gerçekten devrimsel olurdu, muazzam miktarda bir yerçekimsel dalga yayardı. Ancak ne yazık ki şu ana kadar hiç böyle bir sistem gözleyemedik.

BG: Bir puslar nasıl keşfedilir?

JBB: Bir kere pulsarın bize doğru bakıyor olması gerek ki etrafa saçtığı ve sıçrattığı jetleri görebilelim. Ardından farklı dalga boylarından gelen verileri kıyaslayıp periyot benzeri bir yapı görmeniz gerekiyor. Bunları karşılayan bir cisim yakalayabilirseniz bir Pulsar keşfetmiş olabilirsiniz.

BG: Pulsarların keşfini ilk açıkladığınızda bilimsel camiadan nasıl bir tepki aldınız?

JBB: Bilimsel camia inanılmaz derecede heyecanlandı. Cambridge Üniversitesi’nde, makaleyi basmadan birkaç gün önce bir konferans düzenledik ve İngiltere’deki tüm astronomlar oradaydı. Fred Hoyle bile oradaydı.(Fred Hoyle, Yıldızlarda ağır kimyasalların üretildiğini kanıtlayan, Dünya’ya yaşamın bir asteroid ile gelmiş olabileceği argümanı olan Panspermia Hipotezini ortaya atan İngiliz fizikçidir. 1950lerde yazdığı popüler bilim kitapları ile Jacoleyn olmak üzere pek çok insanı etkilemiştir.) O dönemde bulduğumuz şeyin bir nötron yıldızı olup olmadığından emin olamıyorduk. Fred Hoyle, konuşma bittiğinde yanımıza gelip şöyle demişti. “Böyle bir şeyi ilk defa sizden duyuyorum. Bence bunlar Nötron Yıldızı değil, bu bir süpernova kalıntısından çıkan yeni bir cisim.” İnanamamıştım. 40 dklık sunumdan önce olay hakkında en ufak bir fikri yoktu. 45 dk içinde beyni “fizik” yaptı, hesapladı ve doğru cevabı verdi.

BG: Peki bir Nötron Yıldızı neden Pulsar olamaz?

JBB: Çoğunlukla gerekli kütleye sahip değiller, bundan dolayı da yüklü parçacıkları çok fazla titreşim hareketi yapmıyor ve bu da manyetik alanın gerekli güce ulaşmasını engelliyor. Ne kütleleri, ne dönmeleri(açısal momentumları) ne de manyetik alanları bu miktarda hızlı dönmeye ve enerji sıçratmalarına olanak tanıyor.

BG: Peki Magnetarlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Pulsarlar ile farkları neler?

Yazarın notu: Magnetarlar

Magnetarlar, aslında bir çeşit Nötron Yıldızıdır ancak çok daha yüksek bir manyetik alana sahiptirler, içlerinde bulunan enerji de bu manyetik alandan üretilir. Bu tip gökcisimleri çok yüksek enerjili X-Işınları ve Gama Işınları yayarlar. Bu açıdan günümüzde magnetarların kütleçekimsel dalgalar yaratabildiği düşünülmektedir ve LİGO açıklamalarının ardından bu alanda da daha çok insanın çalışmalar yapması beklenmektedir.

JBB:

Pulsarlara çok benziyor bu cisimler, ancak o kadar çok enerji üretiyorlar ki, bu enerjinin dönme eyleminden yahut kütlesinden ötürü değil, manyetik alanından dolayı oluşuyor. Eğer kütleçekimsel dalgalar keşfedilirse(sunumdan iki gün sonra keşfedildiği açıklandı) bu cisimler hakkında daha fazla bilgi alabiliriz ve fizik yeni bu alan daha çok çalışılan bir konu haline gelebilir.

BGG: Karanlık Madde, Karanlık Enerji ve Yerçekimi ile Zamanın yeniden tanımlanması gibi “Yeni Fizik” denilen, gizemini hala koruyan alanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

JBB: Bu söylediklerin arasından en çabuk Karanlık Madde’nin sırrını çözeceğiz, çünkü diğerlerinden daha kolay. Yerçekimi kavramı hakkında yapılan en önemli testler Pulsarlar ile yapılmakta. Keşfedildiği düşünülen (konuşmadan iki gün sonra keşfedildiği duyuruldu) yerçekimsel dalgalar ile yerçekimi tanımlarını da yeniden güncelleyebileceğiz, böylece Kuantum Mekaniği ile Genel Göreliliği bağlayan Einstein Alan Kuramları tasarlanabilecek.

BG: Dünya’nın gelecek 100 yılı hakkında nasıl bir tahminde bulunabilirsiniz? Bilimsel olarak, Teknolojik olarak? Sosyolojik olarak?

JBB: Bence az önce konuştuğumuz tüm kavramlar bu yüzyıl içinde bir çözüme kavuşacak. Ayrıca 30 ve 50 metrelik iki büyük teleskop bu yüzyılın ortalarına doğru Şili ve Havaii’ye inşa edilecek, James Webb inşa edilmiş olacak. Athena X-Işını teleskobu inşa edilmiş olacak. Dolayısıyla bu yüzyıl astrofizik açısından deney ile gözlemin bol olacağı oldukça ilginç bir yüzyıl olacak.

Teknolojik olarak, insanlığın uzay programlarına çok daha ağırlık vereceğine inanmaktayım. Hem Dünya Yörüngesinde hem de Mars’ta yeni yapılar kuracağız.

Sosyolojik olarak ise pek emin değilim. Toplumun şu anki en büyük sorunu bana sorarsanız artan sera etkisi ve küresel ısınmadır. Kurulu sistemimizi petrol üzerine kurduğumuz için, petrole geçmiş nesillerin altın ile kurmuş olduğu gibi bağlandığımız için oldukça büyük sorunlar yaşayacağa benziyoruz. Petrol miktarı oldukça azalıyor ancak petrol yerine geçecek yeni materyaller geliştirmek üzerine yeterince kafa yormuyoruz. Çok çok daha dikkatli olmalıyız. Ben şu anki devlet yapısının, küresel ısınma sorununu bütünüyle çözebileceğine inanmıyorum ve bu yüzden gelecek politikalarımızda, yükselen sulardan ötürü yaşanacak kitlesel göçleri göz önünde bulundurarak kurmamız gerektiğine inanmaktayım. İnsanlar bir arada yaşamayı başaramıyor. Bugün Suriye gibi devletlerde de bunu görüyoruz. Mülteci sorunu Avrupa için ilginç bir tecrübe oldu, ancak bu ne yazık ki son tecrübeleri olmayacak. Süregelen politikalar devam ettikçe Avrupa çok daha fazla mülteci kabul etmek durumunda kalacak. Toplumun buna alışması gerek. Politikacıların ve Birleşmiş Milletler’in ise şimdiden şu sorunları gündeme alması gerek: “Nasıl kitlesel göçler ile başa çıkacağız? Kaliteli içme suyu nasıl sağlarız? Besin kaynaklarını etkili dağıtabiliyor muyuz? Toplumu mültecilere nasıl entegre edebiliriz?”

BG: Çok teşekkür ederiz, oldukça öğretici cevaplar verdiniz. Başka bir konuya geçmek gerekirse; bu soru size sunumunuzun ardından da soruldu ancak ben bir kere daha sormak istiyorum: Kadın olduğunuz için zorluklarla karşılaşan biri olarak, özellikle kadın bilim insanı adaylarına ne tavsiye edersiniz?

JBB: İlk olarak şunu söylemeliyim: insanların ne dediğine aldırmayın, kadınlar çok başarılı bilim insanları olabilirler. Bu tür konular açıldığında her zaman şu örneği veririm, Malezya’da bir üniversitede konuşma yapmaya gitmiştim ve orada genç bir kadın fizikçiyle tanışmıştım. Ona “Kadınlar fizikte daha fazla yer almalı” dediğimde bana “Neden?” demişti. Malezya’da Fen Fakültesinde okuyan ve akademide çalışan insanların %60ı kadın, %40ı erkek. Bu bir Dünya rekoru… Belki de bizim “medeni” dediğimiz toplumlarda bir sorun var. Bu tür örnekler şunu gösteriyor, biz kadınları belirli bir takım mesleklere iten güç içgüdülerimiz değil kültürümüzün kendisidir. Bu yüzden bu erkek egemen kültürel yapının dönüştürülmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak kültürel değişimler her zaman çok yavaş ve acı verici oluyor. Çünkü toplumu değiştiremezsiniz, toplum evrim geçirir yavaş yavaş. Hızlı ve şiddet ile gelecek tüm değişimler işin sonunda muhafazakârları yaratır. Burada günümüz kadınlarının yapması gereken topluma kadınların da erkeklerin yaptığı meslekleri yapabileceğini göstermek.

BG: Bir kadın olarak ne gibi zorluklarla karşı karşıya kaldınız?

JBB: Yaşadığım sorunlardan birini örnek vereyim. Pulsarların keşfini tüm dünyaya açıklayacağım bir konuşma hazırlıyordum ve yeni evlenmiştim. Evlilik yüzüğümle ise gurur duyuyordum. İşte yüzüğümü hiç çıkarmazdım ve 1960lar Birleşik Krallığı’nda evli kadınların çalışmaması gerektiği düşünülüyordu. Bir evli kadının çalışması ailesi için bir utançtı. Bu demekti ki kocası, evi geçindirecek kadar para kazanamıyordu. Ben ise evli olmakla gurur duyuyordum ve yüzüğümü hiç çıkarmadım. İnsanlar ise bana acıyarak bakıyorlardı. Hatta ve hatta, eğer evli bir anne çalışıyorsa, çocukların serseri olacağına inanılıyordu. Ben ise çocuklarım olduğunda da çalıştım. Çocuklarım çok başarılı insanlar oldu.

BG: Halka bilim anlatmak bir bilim insanının sorumluluğu mudur? Halk ile hiçbir alakası olmayan ancak oldukça önemli bilimsel çalışmalar yapan bir bilim insanı eksik bilim insanı mıdır?

JBB: Sana televizyon önüne sık sık çıkan ve halka yanlış bilgiler veren, kesinlikle halktan uzak tutulması gerektiğini düşündüğüm birçok isim söyleyebilirim. Bu açıdan bilim popülerleştiricisi(science popularizer) olmak kolay bir iş değil, bu işi yapmayan ya da yapamayan bilim insanlarını suçlayamayız. Halkın anlayabileceği dile inen bilim insanları, eğer bu işte iyi olduklarını düşünüyorlar ve halk da bu insanları seviyorsa, bu insanlar popüler bilim yapmalı. Halkın gözünde bilim insanları asla Hristiyan “ulema sınıfı” gibi bir yere gelmemeli. Sonuçta maaşlarımızı ve yaptığımız araştırmalarımızın, kullandığımız aletlerin parasını vergileri ile ödeyen halka bir bilim insanlarının borcudur bilim anlatmak. Ancak popüler bilimi herkesin yapmasına müsaade etmeyin yoksa halk nezdinde bu tam bir felaket olur.

BG: Fakat günümüz bilim camiasında bir takım bilim insanları var. Bu kişiler kendilerini “Bilim Konuşmacıları” olarak nitelendiriyorlar. Bu insanlar, halk ile çok içli dışlı olmayan pek çok fizikçi tarafından sertçe eleştirilir çoğu zaman. Eleştiren insanlar arasında bazen Nobel ödüllü fizikçiler bile olabiliyor. Eleştirilerin temel sebebi de bu insanların bilimsel olarak çok az çalışma yaptıkları için bilim insanı olarak görülmemeleri. Peki, bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?

JBB: Popüler Bilim yapan bilim insanlarının bilim gündemini takip etmeleri çok önemli. Popüler bilim gündemini kast etmiyorum, güncel akademik makaleleri kast ediyorum. Ancak ben günümüz bilim kitaplarına baktığımda, bilim “show”larına baktığımda bu insanların çoğu zaman geri kaldıklarını görüyorum ve üzülüyorum. Bana sorarsanız bilim konuşmacısı 15 yıldır bir makale bile yazmayan, üniversitedeki ofisine bile uğramayan ama o radyo programından bu televizyon şovuna giden insanlara denmemeli. Bu insanlardan belki de daha az ünlü, ancak akademik çalışmalarını yürüten, bunu yaparken de popüler bilime katkı sağlayan insanlara denmeli. Çünkü %100 popüler bilim, %0 gerçek bilim yapan bir kişinin bilimsel güncelliği zaman içinde kaybolur ve akademideki yeri silinir. Halkın güvendiği insanlar olarak bilim konuşmacıları bu yüzden akademiden ayaklarını hiç kesmemeliler.

BG: Kişisel bir soru soralım, “Ben Astronomi ile ilgilenmeliyim.” Dediğiniz ilk an ne zamandı?

JBB: 14-15 yaşlarında bir genç kızdım ve babam o zamanlar çıkan güncel kitapları evine alan bir insandı. O dönemde yeni çıkan bir kitabı eve getirmişti bir gün. Bu kitap Fred Hoyle’un “Frontiers of Astronomy” (Astronomi’nin Sınırları) isimli kitabıydı. Aslında bakarsanız ortaokul seviyesinde bir çocuk için oldukça zorlayıcı bir kitaptı ama tek solukta okumuştum ve “Bu harika bir şey!” diye bağırdığımı hatırlıyorum evde. Fizik ve Matematik zaten çok ilgimi çekiyordu ama fiziğin hangi alanında olmam gerektiğini anlamıştım. Bu benim için hep bir avantaj oldu çünkü daha çocuk yaşta master tezimi neyin üzerine yapmam gerektiğini hedeflemiştim. Sınıfımdaki hiç kimse bu kadar ileriyi göremiyordu. Erkekler arasında Elektrik ve Makine mühendisi olmak isteyip bunu hedefleyen insanlar vardı ancak kızlar arasında tek hedefi olan bendim. Bunun her zaman en büyük avantajım olduğunu düşünüyorum.

BG: Sizi etkileyen bilim insanları, bilim kurgu karakterleri kimlerdi?

JBB: Bana en çok yol gösteren kişi hep Fred Hoyle olmuştur. Ancak kitabımı okumamın ardından fırlatılan Sputnik Uydusu beni bütünüyle benden almıştır. İki açıdan etkilemiştir beni, birincisi elbette bilimsel olarak böyle bir şeyi başarabildiğimiz için insanlıkla gurur duymuştum. İkincisi ise “Ruslar bilimde çok ileri, bizleri tepemizden dinliyorlar, radyomda onların uydusunun sesini duyuyorum. Biz İngilizler de bunu yapmalıyız.” Gibi bir bakış açısına bürünmem oldu. Bugün elbette bunun saçma olduğunu biliyordum ancak o dönemde hem Birleşik Krallık hem de ABD aynı paniği yaşadı. O dönemde ABD’nin uzay programı başlatmasının temel motivasyonu Sovyetlerden daha üstün teknolojik ve bilimsel altyapıya sahip olmak olmuştur. Çünkü biliyorduk ki 1957 yılında bizler uzaya bir uydu gönderemiyorduk. Bu yüzden bir anda bütün devlet politikaları ile bütçeleri ardına kadar açıldı uzay mühendisleri ve astrofizikçiler için. Ben bu etkilerin başlamasından çok daha önce kararımı vermiştim ancak bu yaşanan siyasi gerilimler sayesinde ailemden de destek aldım.

BG: Sovyet Döneminde pek çok fizikçi, sizin keşfettiğiniz Pulsarlar üzerine çalıştı. Bu insanlarla hiç iletişime geçtiniz mi ya da birlikte iş yaptınız mı?

JBB: Sanmıyorum. Orada olan bilimsel gelişmeleri takip etmek bile oldukça güçtü. Böyle bir dönemde de ortak iş yapmak neredeyse imkansızdı. Pulsar Çalışan Sovyet astrofizikçiler ile ancak uluslararası büyük kongrelerde buluşabiliyorduk. O tür bir toplantıda Zeldovich gibi büyük bir isim ile tanışma onuruna erişmiştim. (Nikolay Zerdoviç, Sovyetlerin Atom Bombasını üreten ekinin başı olan ve Kozmik Arkaplan ışınımını teorize eden bir Sovyet Nükleer Fizikçidir.)

BG: Son bir soru soralım sizi daha fazla yormadan. Soğuk Savaş bitti. Artık devletler birbirine teknolojik üstünlük kurmak amacıyla bilime bütçe ayırmıyorlar. Bilime olan ilgi yeniden nasıl arttırılabilir.

JBB: Günümüzde sanayiye direk olarak ürün verebilen bilim dalları çok daha fazla destekleniyor. Daha hızlı akıllı telefon yapacak bir sistem üretiyorsanız, daha etkili Güneş panelleri üretiyorsanız para kazanıyorsunuz. Para sahibi insanlara ve hükümetlere bu çalışmaların teorik fiziğin ürünleri olduğunu öğretmek gerek. Fiziğin yapacağı yeni atılımın nereden geleceğini bilemiyoruz ve bilime bütçe ayırırken sanayiye vereceği ürün bakımından kıyaslama yapmamalıyız. Ne yazık politikacılar her şeyin 4 yıl içinde bitmesini istedikleri için böyle şeylere zamanları yok. Bilim için harcanan kaynak insan zihnini geliştirmeye yapılan bir yatırımdır.

BG: Oldukça verimli ve öğretici bir röportaj oldu, ayırdığınız zaman için çok teşekkür ederiz. Bizleri çok mutlu ettiniz.

JBB: Ben teşekkür ederim.

Hazırlayan: Özgür Can Özüdoğru

ODTÜ Amatör Astronomi Topluluğu

KIZIL GEZEGENE MERAK: CURIOSITY

KIZIL GEZEGENE MERAK: CURIOSITY

26 Kasım 2011 yılında başlıyor hikâyemiz. NASA üssündeki görevliler son kontrolleri yapmaktalar. İnsanın her zaman daha öteye gitme merakının yarattığı itici güç, bu cesur insanları heveslendirmekteydi. Başarılı bir kalkış! Her şey kusursuz bir şekilde ilerlemekteydi. 352 milyon millik yolculuğunun ardından Curiosity, 6 Ağustos 2012’de Mars’a, Gale Krateri’ne iniş yaptı. Ardından aynı krater içinde bulunan yaklaşık 5500 km yüksekliğindeki Sharp Dağı’na doğru yola çıktı. Sharp Dağı’nın sahip olduğu çok katmanlı yüzey sebebiyle Mars’ın geçmişine ve olası mikrobiyolojik yaşam izlerine dair en fazla bilgiyi saklayan yerlerden biri olduğu düşünülüyor. Curiosity, 9 kilometrelik yolculuğunu 12 Eylül 2014 tarihinde tamamladı. Bu yolculuk sırasında binlerce fotoğraf çeken, birçok yerde sondaj yapan, çeşitli kum ve taş örnekleri toplayan robot, Dünya’ya Mars hakkında bir sürü bilgi gönderdi.

NASA’nın Jet İtki Laboratuvarında (Jet Propulison Laboratory) Curiosity’nin test edilişi

lk sondajını 9 şubat 2013 te yapan Curiosity daha sonrasında da bir çok sondaj gerçekleştirdi. Bu sondajlar sonucunda Mars toprağında Uranyum, Toryum, Potasyum gibi çok sayıda radyoaktif elementin yanı sıra Silikon, Oksijen, Demir, Magnezyum, Alüminyum, Kalsiyum gibi elementler de olduğunu saptadı. Curiosity’nin bulduğu Sülfür, Nitrojen, Oksijen ve Karbon mineralleri ise geçmişte veya günümüzde olası organik yaşam ihtimallerini arttırıyor.

Curiosity’nin yaptığı sondajlarda gördüğümüz en ilginç bulgulardan biri, Mars’ın yüzeyindeki toprak kırmızı olmasına rağmen, birkaç santimetre altındaki toprağın beyaz olması. Bunun sebebi ise, Mars toprağında bulunan Demir elementinin yüzeyde demir oksit oluşturması yani pas tutması. Bu durumun, Mars’ta çok eskiden oksijen yoğunluğunun daha fazla olduğunu ve bu yoğunluğa izin verecek bir atmosferin varlığını işaret ettiği bir takım bilim insanları tarafından düşünülüyor. Yüzeyden itibaren bulunan pas yoğunluğu üzerinden bölgede serbest dolaşabilecek oksijen miktarı inceleniyor.

Mars’ta suyun hikayesi

Curiosity’nin gönderdiği fotoğraflara baktığımızda, indiği bölgenin yakınlarında, toprakta çizgiler oluştuğunu görüyoruz. Çizgiler, yıllar önce burada akan su olduğunun bir göstergesi. Curiosity’nin bu bölgeden topladığı çakıl taşlarının şekil ve büyüklüklerini inceleyen bilim insanları, eskiden burada hızlı akan ve derin bir nehir olduğu sonucuna ulaştı. Ayrıca 160 km genişliğindeki Gale kraterinde, kumtaşı ve çakıl taşından oluşan çok sayıda yatak olduğu belirlendi. Buradan, kraterin yıllar önce sığ bir göl olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Kraterde tespit edilen eğimli yataklar, dünyadaki göllere dökülen nehir yataklarını andırıyor.

Curiosity uzay aracının çektiği bir “Selfie”

ize bunca bilgiyi gönderen bu güzel aracın yolladığı fotoğrafların bir diğerinde de, 1 cm çapında kusursuz küre şeklinde bir kaya parçası göze çarpıyor. Bilim insanlarına göre bu taş antik göl kraterinde milyonlarca yıl önce su varken oluşan tortul kayaçlardan biri. Konkreasyon (katılaşma) yoluyla oluştuğu ve suyun hareketiyle aşınarak bu şekle geldiği tahmin ediliyor. 2004’te de benzer kayalar bulunmuş ve bunlara ‘’Yaban Mersini Kayası’’ adı verilmişti. Fakat bugüne kadar görüntülenen kayaların hiç birinin şekli bu kadar kusursuz değildi. Sharp Dağı’nın ise bu gölde milyonlarca yılda biriken çökeltiler etkisiyle oluştuğu düşünülüyor. Yüksek bölgelerden suyla kratere akan tortu biriktiği esnada güçlü rüzgârların etkisiyle dağı ortaya çıkarmış olabilir. Kraterde tortu birikimi ve rüzgâr erozyonunun on milyonlarca yıl sürdüğü tahmin ediliyor. Gölün büyüklüğü ve yaşanan jeolojik faaliyetler göz önüne alındığında mikrobiyolojik yaşam için yeterli şartların oluştuğu görülüyor.

Bir takım astrofizikçiye göre 3 milyar yıl önce Mars’ta çok büyük bir okyanus ve nehirler vardı. Bir zamanlar gezegenin yüzeyini kaplayan bu su, şu anda bir yeraltı okyanusunu oluşturmuş olabilir. Bunu yanı sıra atmosferde buhar ve kutuplarda buz şeklinde bulunduğu biliniyor. Ayrıca yüzeyde akışkan halde bulunduğu da gözlendi. Bilim insanları, sıvı halde bulunan suyun canlı mikroorganizmalar için son derece uygun bir ortam olduğunu belirtiyor. Mars kraterlerinde bulunan, çok yoğun bir tuz çözeltisi şeklinde olan su, yoğun bal kıvamındadır. Suyun içerdiği tuzların magnezyum perklorat, magnezyum klorat ve sodyum perklorat olduğu tahmin ediliyor.

Marsta yaygın bulunan ve klor içeren perkloratların suyun donma noktasını 0 santigrat dereceden -32 santigrat dereceye düşürerek, sıvı halde kalmasını sağladığı düşünülüyor. Eğer su perklorat içermeseydi, Mars’ın düşük atmosfer basıncı ve düşük ısısı altında sıvı kalamazdı. Mars’ta bulunan bu su zehirlidir. Fakat önümüzdeki yıllarda Mars’a gitmesi planlanan astronotlar için umut vaat ediyor. Astronotlar bu suyu işleyip içebilir, oksijen kaynağı ve roket yakıtı olarak kullanabilir.

İnsanlığın sahip olduğu merak var olmaya devam ettikçe, Mars’ı keşfetme konusundaki tutkumuz da sürmeye devam edecek. Attığımız her adımda bir gizemi daha çözüyoruz. Şimdilik pek çok konuda elimizde olanlar kısıtlı, ancak Curiousity ve ondan sonra gelecek araçlar yardımıyla Mars’ın gizemlerini çözmeye devam edeceğiz.

Gökyüzü Bülteni Dergisi, Türk Astronomi Derneği, Ocak 2016

Bir Öykü Denemesi: Kızıl Diyarın Şarkıları

Gördüklerim bir hayal miydi yoksa gerçekliğin ufak tanecikleri mi? Gördüklerim melankoli denizinde süzüldüğüm zamanlardan kalma kötü hataların bana çektirdiği ızdırapların kalıntıları mıydı yoksa? Mutfağımda, bir elim tavada tutarken pencereden uçarak bana bakan eski sevgilimin beni öldürmek ister gibi attığı bakışı başka ne açıklayabilir. Yemek yanmak üzereydi ve sentetik ete elimi uzattım. Elim yanmaya, canım acımaya başladı. Gözlerimi açtım.

Gözlerim, ürperen tüylerimin ahengiyle açıldı. Oturduğum koltuğun penceresinden Kızıl Gezegen, tüm detaylarıyla gözüküyordu. Hani o tam gün batımı başlarken oluşan var olan güzel renkten bir elbise ile süslemişti kendini Mars. Gece bölgesindeki koloni ışıkları ve bağlantı yollarının parıltıları, Giovanni Schiaparelli’nin söylediklerini bir kehanet haline getirmişti. Yüzlerce yıllık bilimsel ilerlemenin yarattığı bu kocaman yapının her tuğlasını monte eden bilim insanlarının, fedakâr mühendislerin ve cesur öncülerin yaptıkları olmasaydı bugün Mars Serbest Ticaret Bölgesi’nden bahsediyor olabilir miydik? Mars hala bakir, sade, bir anlamı olmayan bir yer olacaktı. Bir duyurunun geleceğini bildiren ses, mekiği inletti.

“Nergal Kentine inişimiz birazdan başlayacaktır, lütfen koltuklarınızı dik konuma getirip kemerlerinizi bağlayınız. Oksijen maskelerinizi takınız. ANT Hava Yolları İyi Uçuşlar diler. Bizleri tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.”

Teraform istasyonlarıyla kaplı gökyüzünün arasında, havalimanın olduğu bölgeye özel bir boşluk açmaya başlamışlardı. ANT Şirketinin logolarını atmosfer sabitleyicilerinin üstünde okuyabiliyordum. Uçağın televizyonunda, CEO Başkan Cheng Namaskare’nin harika hayatı ve Yeni Orta Doğu’ya yaptığı hayır işleri gösterilmekteydi. O sinir bozucu siyah güneş gözlüğü ve parlak Toryum saati ile olabildiğince itici gözüküyordu. Gemimiz titreşerek ve kırmızı alevlere bürünerek Nergal’in banliyolerini, tarım kooperatiflerini, ticaret merkezlerini görünür kılmaya başladı. Tarlalar, kırmızı üstüne kurulmuş yeşiller ile kübik zamanlardan kalma sanat eserlerini andırıyorlardı ve her tarım blokunun etrafından geçen su kanal ağları, sanat eserimizin çerçeveleri gibilerdi adeta. Dergimi ve tabletimi çantama koyup yavaş yavaş toparlanmaya başladım.

Gemimiz büyük bir gümbürtüyle platforma iniş yaptı ve roket motorları yavaşça sessizleşti. Dengenin tam anlamıyla ayarlandığının anlaşılmasıyla yolc körüğü, geminin kapısına yanaştı. Basınç ve Oksijen değerlerinin yavaşça dengelenmesinin ardından kapılar açıldı ve güleryüzlü görevlilerin yol göstermesiyle kendimi gemiden dışarı attım. Yerçekimi azlığı içimi tuhaf ediyordu, ama 2 haftadır yerçekimsiz kalan bedenime, bir gezegen üstünde olmak iyi gelmişti. Çelimsiz, uzun insanlar her yerdeydi. Solmuş ten renkleriyle bu soğuk dünyanın iklimine ayak uydurmuş yeni nesil, adeta başka bir insan türü gibi görünüyorlardı. Daha önce videolardan görmüştüm Marslıları elbette, fakat kendi gözlerimle görmek insanı oldukça tuhaf hissettiriyor doğrusu. Valilik temsilcileri beni almak için girişte bekliyor olmalıydı. Lenslerime kişilik tanıma komutu verip etrafa bakınmaya başlarken arkamdan gelen bir sesle irkildim:

-Demir bey merhabalar, ben Mars Ticaret Şirketi Dış İşleri Müdürü Dante Leschinky. Şirketimizin özgürlük dolu topraklarına hoşgeldiniz. Denetlemelerinizi yapmadan önce size hotelinize kadar eşlik edeyim. Belki sonrasında çeşitli kentlerimizi görmek istersiniz.

-Teşekkür ederim. Fakat önce Birleşmiş Milletler Temsilciliği ile görüşüp sayın temsilciyle çeşitli istişareler yapmalıyız. Ayrıca Valilik ile randevularım olacak.

-Hay hay, fırsat bulursanız şirketimiz size ihtiyacınız olan her desteği vermeye hazır.

Kravatımı gevşetip ana salona doğru ilerledim. Valilik görevlileri beni bekliyorlardı

-Sayın müfettiş hoşgeldiniz. Sayın temsilci sizleri bekliyor, bir saat sonra vali bey ile Marstaki tekelleşme üzerine bir toplantı alacaksınız. Sizin için uygun mudur?

Başımı salladım ve arabaya bindik. En az 20 metre yüksekliğindeki büyük ve görkemli havalimanı salonu, bembeyaz demir sütunları ve bütünüyle iyon-geçirmez camlarla kaplı, endamıyla insanı etkiliyordu. “Farklı bir yere gelindiğinde ilk izlenimi güzel vermek ne kadar da önemli.” diye düşünürken en az bir insan boyu kadar büyük olan dev tekerlekli sarı arabamız elektrikli motorlara özgü, sinek vızıltısına benzeyen seslerle yola koyuldu. Sokaklardaki yoksul insanlar ve etrafta yükselmiş büyük binaları gördükçe ne umutlarla yeni dünyaya gelmiş insanların düştüğü durumu gördüm. Bizler yalnızca umut taşımamıştık Mars’a, hatalarımızı da taşımıştık…

Yazan: Özgür Can Özüdoğru

Karanlık Madde Gizemine Yeni Bir Yaklaşım Daha: İlkel Karadelikler, Karanlık Madde’yi Oluşturuyor olabilirler mi?

Sağda, NASA’nın Spitzer Uzay Teleskobu tarafından alınmış ham bir veri görüyorsunuz. Solda ise, tüm bilinen gök cisimleri haritadan çıkarıldıktan sonra bilinmeyen kaynaklardan gelen ışımaları görüyorsunuz. Bu ışımaların çoğunun Kozmik Arkaplan Işıması olduğu düşünülse de, eğer Kashinsky’nin hipotezi doğru ise, bu ışımalar karanlık maddeyi var eden kara deliklerden geliyor olabilir. [Fotoğraflar, halka açık veri, NASA]

Karanlık Madde, günümüz astrofiziğindeki en büyük sırlardan bir tanesidir. Gök adaların dönüş hızlarının yavaşlamasına engel olmasının yanı sıra, galaksiler arası büyük boşluklarda da bulunduğu düşünülen bu yapının tam olarak ne olduğu hala gizemini koruyan sorulardan bir tanesidir. Genellikle biz insanlar, bilmediğimiz ve bize bilinmez gelen kavramlara “karanlık” sıfatını vermeyi çok severiz. Fakat Karanlık Madde tam anlamıyla karanlık da değildir. Etrafta ışık da dâhil olmak üzere hiçbir şey ile etkileşmez, yalnızca bölgede bir miktar kütle yoğunluğu olduğunu görürüz. Yani bir tahterevallidesiniz; elinizdeki fener yardımıyla karşınızda kimsenin oturmadığından eminsiniz ancak yine de tahterevalli sizi yukarı doğru kaldırıyor.

Karanlık Madde üzerine ortaya atılmış pek çok görüş bulunmaktadır. Takdir edersiniz ki farklı konularda uzman olan fizikçiler, bu fenomeni incelerken, kendi alanları doğrultusunda olaylara bakıyorlar. Gezegen bilimciler, Karanlık Madde’nin, ışık gelmediği için aydınlanamamış sönük yıldızlar yahut dev gezegenler olduklarını iddia ettiler. Kozmologlar, Yüksek Enerji Teleskoplarından gelen verileri analiz etmek ile meşguller. Parçacık fizikçiler ise, bu kütle yoğunluğuna sebep olacak “Steril Nötrino” adı verilen yapıların bulunduğunu düşünmekteler. Steril Nötrino arayışlarında bulunan gök fizikçileri arasında Esra Bülbül adında bir bilim insanı da bulunmakta. Bülbül, Harvard Üniversitesi bünyesinde, Chandra X-Işını teleskopundan gelen veriler üzerinden Steril Nötrino’larınkine benzer yapılar bulmaya çalışmaktadır. Ayrıca, bütün bunların dışında “Karanlık madde diye bir şey yok, kütleyi ve matematiği algılayış biçimimiz doğru değil, kütle denklemlerini yeniden yazmalıyız.” Diyen ve alternatif eşitlikler üretmeye çalışan kuramsal fizikçiler bile var. Yakın zamanlarda NASA’nın Goddard Uzay Merkezi’nde çalışan astrofizikçi Alexander Kashinsky tarafından yayımlanan bir makale, yukarıda bahedilen hipotezlerin hepsine ek olarak, yeni bir öneri daha sunmaktadır.

Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın Spitzer Uzay Teleskobu’ndan alınan kızılötesi veriler üzerinden hesaplamalar yapan bilim insanları, karanlık olarak görülen kısımlarda parlak yapılar keşfettiler. Kozmik Arka Plan Işıması*na ait olduğu düşünülen bu dağılıma daha sonrasında, aynı bölgeye farklı dalga boylarında yapılan gözlemler eklendiğinde, bu parlak yapıların; Kozmik Arka Plan Işıması’nda olduğu gibi düzenli dağılmadığı, belirli bölgelerin çok çok daha yoğun olduğu fark edildi.

LIGO Araştırmacıları, birbiri etrafında dönen iki kara delikten oluşan kütle çekimsel dalgaları ilk defa 14 Eylülde ölçmeyi başardılar. Alexander Kashinsky de, elde edilen verilerin o bahsedilen kara deliklerden değil de, karanlık maddenin yoğun olarak bulunduğu bir bölgeden gelmesi durumunda neler olacağını incelemeye ve hesaplamaya koyuldu. Hesaplamalara göre karanlık maddenin bulunduğu bölgelerde eğer kara delikler var ise, karanlık madde temelli sorunların hemen hemen tamamı çözülmüş olacak. “Eğer ortaya koyduklarım doğrulanır ise, gök adamızın etrafını ilkel kara delikler sarmış durumda ve etrafında dönüyorlar.” Diye açıklıyor Kashinsky. Kara delikler içlerine madde çektiklerinde, bu maddeler o kadar hızlanır ki etrafa X-Işıması yaparlar. Bu ışımalara Kızılötesi dalga boylarında ışıma yapan kara delikler de eklendiğinde dolaylı yoldan kara delik gözlemiş oluruz. İşte bu bahsedilen iki tür ışımaya da karanlık maddenin yoğun olduğu iddia edilen yerlerde rastlanmakta.

Teoride mantıklı gözükse de, henüz elimizde herhangi bir delil bulunmamakta. Fakat LIGO’ya ait Mişelson İnterferometrelerinde gözlenecek yeni Kütle Çekimsel Dalga tespitleri, bizlere evrenin farklı yerlerinde henüz keşfetmediğimiz kara delikleri gösterebilir. Kara delik hipotezini, bu deneyler ve gözlemler doğrulayacak. Ünlü fizikçi Richard Feynman’ın da dediği gibi: “Bilgiyi sınamanın tek yolu deneydir, deney; bilimsel gerçeğin tek hâkimidir.”

*: Kozmik Mikrodalga ışıması, evrenin her bir yanını doldurmuş olan bir tür ışımadır ve Mikrodalga dalga boyunda görülür. Her yerden aynı anda geldiği için Büyük Patlama’nın en büyük kanıtı olarak görülen bu ışımayı kendi evinizde uydu bağlantısı olmayan bir televizyonu açıp gri renk karıncalanmalara bakarak da gözlemleyebilirsiniz.

KAYNAKLAR:

İlgili Makaleler:

http://iopscience.iop.org/article/10.3847/2041-8205/823/2/L25

http://arxiv.org/abs/1402.2301

İlgili NASA Açıklamaları:

http://www.nasa.gov/feature/goddard/2016/nasa-scientist-suggests-possible-link-between-primordial-black-holes-and-dark-matter

http://www.nasa.gov/topics/universe/features/abundant-black-holes.html

İlgili Space.org Haberi:

http://www.space.com/33122-dark-matter-black-hole-connection.html

Bu yazı Bilim ve Teknik Dergisi Kasım 2016 sayısında yayımlanmıştır

Yazan: Özgür Can Özüdoğru

Bilimkurgu Öykü Denemesi: İntegral

Nihayet akşam olmuştu ve Güneş, pas rengine bulamıştı Orta Mahalle’deki gökdelenleri. Birliğin bana ayırdığı kubik bölgede ortalama 90 yıllık yaşantımın bir gününü daha harcamıştım. İş arkadaşımın geçen haftaki Hong Kong Suzuki Anonim Şirketi’ne yaptığı seyahatten bana hediye olarak getirdiği yeşil çayı yudumladıktan sonra, bilgisayarıma kapat komutunu verip 128. kattaki ofisimden gün batışını seyre daldım. Şehir büyümüştü, artık 200 milyon insana yetecek bir şehir değildi İstanbul. Daha yüksek gökdelenlere ihtiyaç vardı.

Artık hava trafiğine kalmadan yola çıkmalıydım, Arabama hareket konumu gönderip 150. Kattaki oto-tüpün kaldırımlarına gitmek üzere asansöre yöneldim. Benim gibi yola çıkmış iş arkadaşlarımla ve emin adımlarımızla imparator penguenlere benziyorduk. Ancak bu komik bir durum değildi elbette. Ekonominin güçlü olması için satışlarımız artmalıydı. Bu sayede birliğimizin konumunu yükseltip düşmanlarımızı iflasa sürükleyebilirdik. “Her birlik ekonomisi kadar güçlüdür” derler hep. Bizler de birliğimizi güçlü tutmak için satışları arttırıp bize karşı birliklere korku salmalıydık. Cebimden kulaklıklarımı çıkarıp yol asistanını çalıştırdım.

-Merhaba Demir, eve gidiyoruz değil mi?

-Evet

-Her zamanki gibi sessiz bir gün olsa gerek, bu haftanın yeni çıkan hit’I “Shake your boobs bitch”I dinlemek ister misin? Yoksa geçen haftanın hit’i olan “About fucking you”ya ne dersin? Bu parçanın çok duygusal olduğu söylenmiş Youtube’da. Bu arada Google’ın yeni çıkardığı

-Bana klasik müzik aç, Pink Floyd istiyorum.

-Ah, o aptal şarkıları neden hala dinliyorsunuz ki, şarkıın amacı size mutlu etmesidir. Kendinizi hitlere bırakın ve kafanızı boşaltın. Üstelik bu tür şarkılar için vergi de fazla
-Dediğimi yap. Bunu da seçim geçmişimden sil.

-Size daha iyi hizmet verebilemk için tüm seçimleriniz tamamen rapor edilmelidir efendim, bunu kabul etmiştiniz.

-Çünkü kabul etmeden almama izin vermediniz ki.

Hyperloop, bir bir mahalleleri geçerken ön koltuğumdaki camda alt sanayi mahallelerini görebiliyordum. İnsanların hala asphalt kullandığı rezil yerlerdi buralar. Yeryüzünde, toprakla ve gökdelenden atılan sanayi atıklarıyla dolu bu yerler hakkında pek konuşulmaz, Bizler gibi birlik için çalışan asil iş insanlarının tepelerindeki kara bulutlardan dolayı orada bulunan kara insanları görmek bile mümkün değildir.

Arabanın ön camındaki reklamların arasından Platin’in bana attığı mesajı gördüm. İnternetsizlik cezası verilmemiş miydi Platin’e, nasıl bu mesajı atabiliyordu? Bir dakikalık reklamın ardından gözlerimi kullanarak mesajı açtım. “Güneş’in battığı yere. Acil.”

Yazan: Özgür Can Özüdoğru

Uzayda Ateş Nasıl Yanar?

Uzayda Ateş Nasıl Yanar?

Ateş insanlık tarihindeki ilk ve en önemli bilimsel buluşlardan biridir. Binlerce yıl boyunca insanlık tarihinde belirli bir çağı kapatıp diğerini açmıştır. Kimi insanlar onu tanrı ilan etmiş, kimisi de karşı aşiretin yemeklerini çalmak için kullanmıştır. Bu gizemli tepkimenin tam anlamıyla ne olduğunu anlamamız ise, onu kullanmaya başlamamızdan binlerce yıl sonrasına dayanır.

 Ateş, anlaşılması kolay bir şey değildir, çünkü içindeki tepkimeler oldukça karmaşıktır. Ateşin gizemini anlayabilmek için ise maddenin gizemli bir hali olan plazmayı anlamak gerekir. Ancak bu konuda pek şanslı değiliz çünkü bu hala Dünya’da çoğunlukla ateşte rastlamaktayız.. Ayrıca yalnızca sıradan bir mum alevinde bile binlerce farklı kimyasal tepkime meydana gelmekte. Durumu biraz basitleştirirsek aslında gördüğümüz ve bize ısı ile ışık veren tepkime havadaki Hidrokarbonların, belirli bir sürtünme ya da kıvılcım yardımıyla Oksijen ile tepkimeye girerek  ‘i ve suyu açığa çıkartmasıdır. Buna yanma denir. Kozmosun tamamında yanma eyleminin temel gereksinimi Oksijen molekülleridir.

Peki, oksijenin etrafta bulunmadığı ama bizim laboratuarımızda ekleyebileceğimiz suni bir ortamda ateş nasıl olur? Bunun yanıtını Uzay kimyacıları Uluslararası Uzay İstasyonu ISS’de arıyorlar. Yakın zamanda da elde ettikleri sonuçları gösteren bir açıklamada bulundular.

ISS gibi düşük yerçekimli ortamlarda ateşin hareketini araştırmak üzerine FLEX adında bir proje oluşturuldu. Projede yer alan Dr. Forman A. Williams “Elementler alev almadan yanıyorlar, bu cümleyi ilk kurduğumda ben de dediğime inanmamıştım.” diye araştırma sonucunu açıkladı. Normal koşullarda yanan bir alev belirli bir miktar  ve Su oluşturur, bununla birlikte ortaya 1500 ile 2000 K ( yaklaşık 1227 ve 1727 C̊) arasında sıcaklık açığa çıkar. Dolayısıyla bu yanma tepkimesi; birçoğu gibi dışarıya ısıveren, yani ekzotermik, bir tepkimedir.

Uzayda oluşturduğumuz ateşlerde ise kimyasal açıdan Dünya’dakinden bambaşka bir durum gözlemlendi. Uzayda yanan bir ateşte  ve Su açığa çıkmıyor. Yerine CO(Karbon Monoksit) ve Formaldehit( ) adında zehirli bir gaz açığa çıkarıyor. Dünya’da da uzay ortamı gibi izole ortamlarda bu tip alevler üretilmiş, ancak hemen yok olmuşlardı.

Henüz böyle bir sonuçla karşılaşmamızın tam sebebi araştırılırken farkına varıldı ki bu yanma eylemi 500 K (yaklaşık 227 C̊) kadar bir sıcaklık açığa çıkmakta. Elbette bizim günlük hayatımız için bu bile yüksek bir miktar, fakat tepkimenin gerçekleşmsi için gereken ısının yarısı bile değil. Enerjinin ısı yoluyla değil de başka bir yolla dönüştürülüyor olması şu an ISS’deki kimyacıların araştırma konusu.

Araştırma görevlilerinden Dr. Williams ekliyor “Uzaydaki yanma tepkimeleri hakkında daha fazla fikir sahibi olmamız, uzayda yanma tepkimeleri ile oluşturulacak farklı motorlar için bize daha fazla bilgi sağlayacak. Bundan dolayı bu deneylerin ve pratikteki tüm sonuçların yeni bir teoriye filiz vermesi beklenmekte. Bu tür bir deneyi yapmak için ise Uzaydaki en büyük tesis olan ISS mükemmel bir yer.”

Yaşam hakkında elde ettiğimiz bilgiler arttıkça cevaplamak istediğimiz sorular da aynı oranda artıyor. Ancak Richard Feynman’ın dediği gibi “Bilimde henüz açıklayamadığımız soruların olması beni korkuya sürüklemiyor, aksine çocuksu merakımı yeniden tetikleyip daha büyük bir zevk ile araştırmalarıma devam etmemi sağlıyor.”

Şubat 2013, Bilim ve Gelecek Dergisi

Dr. Tony Philips’in “Strange Flames On The ISS” Makalesinden yararlanılmıştır.

Yazan: Özgür Can Özüdoğru

Ötegezegenler Tutulma Yöntemi ile Nasıl Gözlemlenir?

Güneş Sistemi Dışındaki Gezegenler Nasıl Gözlemleniyor?

Bundan 30 yıl öncesine kadar, keşfettiğimiz gezegenlerin hepsi yalnızca kendi güneşimiz çevresinde dolanıyorlardı. Ancak gezegen yalnızca Güneş’e ait bir cisim olamazdı. Samanyolu Gök adasında mutlaka bir yerlerde başka gezegenler, hatta o gezegenlerin bazılarında yaşam bile olmalıydı diye düşünmüştü bilim insanları. Henüz Dünya dışı bir yaşam bulamasak da evrenin başka gezegenler ile dolu olduğunu keşfettik yıllar içerisinde. Peki bunu nasıl başardık?

Güneş Sistemi Dışı Yıldız Avcılığı

Uzay teleskopları… Bu devrim yaratan cihazlar Dünya’nın atmosferinden kaynaklanan kirlilikten uzak olduğu için olağanüstü tutarlılıkta gözlemler yapabilmektedir. Bizlerin Güneş Sistemi’nin dışındaki diğer yıldızları tam tutarlılıkla içlerindeki materyale kadar görebilmemizi sağlayan yine bu robot dostlarımızdır. Yıldızın yansıttığı ışık tayfı sahip olduğu materyaller hakkında bizlere bilgi verir. (Kırmızı renk ışık tayfının demiri yansıtması gibi) Spektrometre adı verilen cihaz yardımıyla yıldızın gönderdiği ışığın renk oranınına bakılır ve buradan yola çıkarak yıldızın barındırdığı elementler ölçülür. Bu işlem Dünya’daki cisimlere Isaac Newton tarafından ilk defa ışığın bir prizma içinden geçirerek uygulanıyor. Ancak profesyonel anlamda spektroskopiyi astrofiziğe kazandıran kişi Dünya’daki ilk kadın astrofizikçilerden biri olan Cecilia Payne-Gaposckin’dir. Gaposckin, bu yöntem sayesinde yıldızların tamamının Helyum ve Hidrojen atomlarından oluştuğunu kanıtlamıştır.

Artık 21. Yüzyılda gökbilimcilerin kendi imkanlarıyla teleskop oluşturup kullandığı devirler sona erdi. Şu anda Dünya yüzeyinde de Dünya dışında devasa insansız teleskoplar var. Bu teleskoplar bir bakıma günümüzün kaşifleri ve bilim insanları bu kaşiflerin bizlere sunduğu verileri değerlendiren bir role büründüler. Bilim ve teknolojinin bu güzel ilişkisi de bizlere müthiş bir çocuk armağan etti: Güneş Sistemi dışındaki gezegenler, yani exoplanets….

Özellikle Kepler Uzay Gözlemevi’nin bizlere sunduğu gözlemler bizleri şok etti. Diğer yıldızların gezegenlerini görebiliyorduk ve onlardan gelen ışınları spektroskop ile ayırdığımızda içindeki elementleri de görebilmiştik. Birçoğundan mavi ve sarı ışınlar gelmişti. Sıvı halde su bulunduruyorlardı! Bu devrimin hemen ardından astrofizikçiler bu gezegenlerin boyutlarını ölçmeye koyuldular. Bunu yapmak için gezegenin, kendi Güneş’inin etrafında dolanmasını beklediler.

NASA’nın Carl Sagan Dünya Dışı Gezegen Araştırma Enstitüsü üyesi ve Washington Üniversitesi Öğretim Görevlisi Sarah Ballard yönetimindeki araştırma ekibi, tüm bu yöntemleri kullanarak Güneş Dışındaki gezegenlerin barındırdıkları elementleri ve boyutlarını araştırıp katalogluyor.

İnsanlık içinde bulunduğu yalnızlıktan kurtuluyor, yalnızca kendi galaksimizin kolundaki yıldızları bile araştırdığımızda yüzden fazla Dünya benzeri (Sıvı halde su barındıran, Oksijeni olan) gezegenler buluyoruz. Bu araştırmalarımız, o gezegenlere ulaşacak bir teknoloji keşfettiğimiz zaman tam anlamıyla sonuçlanacak. “Şimdi yalnızca kozmik okyanusta ayaklarımızı gezdiriyoruz.” demişti Carl Sagan. Yaşam, yaşamı aramaya devam edecek.

kaynak: http://science.nasa.gov/science-news/science-at-nasa/2014/18aug_sizeup/

Bu yazı, Uzay Çobanları Dergisi’nde Haziran-Temmuz-Ağustos 2014 sayısında yayımlanmıştır

Bir Asteroitte Daha Su Buzuna Rastlandı

Bilim insanları su içeren ikinci bir asteroit daha tespit etti. Bu yılın nisan ayında 24 Themis asteroitinde su buzu ve organik maddelerin varlığını keşfeden araştırmacılar, şimdi de 65 Cybele asteroitinde aynı maddeleri buldular.

“Bu keşifle birlikte, Güneş Sistemi’nde sanılandan daha fazla su buzu bulunduğu söylenebilir. Ve aynı zamanda bu, ‘Asteoritler, Yer’e çarpmış olabilir ve gezegenimize yaşamın temek taşlarından suyu getirmiş olabilir’ teorisini de destekliyor.” Diyor Merkez Florida Üniversitesi’nden Profesör Humberto Campins.

Asteroit 65 Cybele, 290 kilometre çapında ve 24 Themis asteroitinden biraz daha büyük bir asteroit. İki asteroit de Mars ve Jüpiter arasında yer alan asteroit kuşağında bulunuyor.

Genel olarak , asteroitlerin çok kuru bir yapıya sahip olduğu düşünülür; fakat şimdi görülüyor ki asteroitler ve gezegenler Güneş Sistemi’nin en erken dönemlerinde oluşurken, buz Ana Kuşak bölgesine kadar ilerliyor. Bu da demek oluyor ki; yıldızların çevrelerinde su ve organik madde miktarı oldukça fazla olabilir.

Bu bulgular ise, Astronomi ve Astrofizik Dergisi’nde (Astronomy and Astrophysics) yayınlanacak ve Campins, bulguları Amerikan Astronomi Derneği’nin bu haftaki Gezegen Bilimi toplantısında sunacak.

İlgili Bağlantılar:

Kaynak : UniverseToday

Mars Yüzey Aracı Göktaşı Avında

NASA’nın Mars Keşif Yüzey Aracı Opportunity, 16 Eylül’de 31 metre uzağında koyu renkli bir göktaşı görüntüledi. Bu uzay aracının ekibi, bu göktaşının demirli bir göktaşı olup olmadığını anlayabilmek için daha çok yaklaşma kararı aldı.

NASA’nın Mars Keşif Aracı Opportunity, göktaşının bu görüntüsünü panoramic fotoğraf makinesi ile aldı. Ufukta ise Endurance Krateri’nin kıyısı görülüyor. (Resmi büyütmek için üzerine tıklayınız.) Telif Hakkı: NASA/JPL-Caltech/Cornell Üniversitesi

“Siyah rengi, yuvarlak yapısı ve gezegenin yüzeyindeki duruşuna bakıldığında, demirli bir göktaşına benziyor.” Diyor NASA’nın Jet İtki Laboratuvarı’ndan Matt Golombek. Opportunity uzay aracı, 2004’de başlayan görevi süresince 4 demirli göktaşı bulmuştu. Bu taşların incelenmesinden sonra taşların özellikleri kadar Mars’ın atmosferi hakkında da önemli bilgilere ulaşıldı.

Yeni bulunan taşa, henüz resmi olmamakla beraber, İrlanda’nın kuzeybatısında yer alan bir adanın ismi (Oileán Ruaidh) verildi. Göktaşının, uzay aracının şuanki bakış açısından, yaklaşık olarak 45 cm. genişliğinde olduğu görülüyor.

Opportunity şu ana kadar Mars üzerinde 23.3 kilometre ilerledi. Opportunity’nin bu göktaşına ulaşması ile birlikte, diğer bir Mars yüzey aracı olan Spirit ile toplam aldıkları yol 31 kilometreyi bulacak.

Kaliforniya, Pasadena’daki NASA’nın Jet İtki Laboratuvarı, Mars Keşif Yüzey Araçları (the Mars Exploration Rover) görevini yönetir.

İlgili Bağlantılar:

Kaynak: ScienceDaily