gokyuzu.org

Cassini’nin Ardından…

Yıllardan 2000 olmalı, eğer öyleyse 8 yaşındayım. Ankara’da teyzemlere gelmişiz, akşam sıkılmayayım diye elime eski Bilim ve Teknik dergileri tutuşturuluyor. Bir köşeye çöküp dergilerin resimlerine, yazıların ilgi çekici kısımlarına gömülüyorum. Cassini denen bir uzay aracının ta Satürn’e gönderildiğini işte o zaman öğreniyorum, 1997’de fırlatılışından 3 yıl sonra.

Yazının biri* ilgimi o kadar çekiyor ki yazıyı baştan sona okuyorum. “Büyük kaşiflerin sonuncusu” diyor yazı, ama nasıl şaşkın bir kaşifse Cassini Satürn’e değil Venüs’e doğru fırlatılmış! Çünkü sebebini tam anlayamadığım bir şekilde (“kütleçekim desteği” diye bir yöntem) Cassini önce Venüs’e, sonra uzayda dolanıp gene Venüs’e gidip, oradan Dünya’ya dönüp Satürn’e öyle varacakmış… “Öyle zaman kaybı değil mi, düz gitse daha kolay olmaz mı?” diyorum içimden, ama değilmiş işte! Satürn Güneş’e çok uzakta olduğu için (tam 1,4 milyar kilometre!) aygıtları plütonyum denen radyoaktif bir madde ile çalışacakmış, ama hem fırlatılırken hem de 1999’da Dünya’ya yeniden uğradığında bir aksilik çıkıp uzay aracı patlarsa atmosfere dağılacak o madde bizim için zararlı olabilirmiş. İnsanlar bir sürü eylem yapmışlar ama neyse ki roket fırlatılırken bir şey olmamış. Huygens denen küçük bir uzay aracı da Cassini ile birlikte gidiyormuş, Satürn’e vardıklarında Huygens Titan’a, şu atmosferi olan büyük uyduya inecekmiş. Ama yazıdaki tabloya bakınca bir “of” çekiyorum, çünkü tarihler çok uzak… Cassini daha Jüpiter’e bile varmamış, Satürn’e varmasına ise 4 koca yıl varmış. Görevinin tamamlanması için verdikleri yıl ise 2008. Yeni “milenyum”un heyecanını daha üzerinden atamamış benim için 2008 bana inanılmaz uzak bir tarih gibi geliyor. Evdekiler sesim çıkmıyor diye memnun, ben ise dergiler bitince heyecanlı bir şekilde kafa ütülemeye geri dönüyorum.

Cassini’nin kafamı karıştıran tuhaf rotası

Açıklı koyulu bölgeleriyle İapetus

Hakikaten de Cassini, 2004’te sağ salim Satürn’e varıyor, “Ben daha küçükken biliyordum Cassini’yi, ehe ehe” diyorum içimden. Yakın çekim fotoğraflar yavaştan Dünya’ya ulaşmaya başlıyor. Ertesi yıl, Huygens bir ilki gerçekleştirerek uzaklardaki soğuk ve yabancı bir dünyaya, Titan’a yumuşak iniş yapıyor. Hemen her ay, yeni birkaç fotoğrafla veya yeni bir keşifle kendinden bahsettiriyor Cassini. Henüz hızlı bir internetim veya düzgün bir İngilizcem yok ama haberleri o zamanlar yutarcasına okuduğum Bilim ve Teknik’ten takip ediyorum. Dünya’ya ulaşan fotoğraflardan açıkça görünüyor ki Satürn ihtişamlı halkalarıyla olduğu kadar birbirinden ilginç uydularıyla da eşsiz bir hedef: Kalın metan atmosferi ve metan gölleriyle Güneş Sistemi’ndeki hiçbir yere benzemeyen Titan, koca bir kraterle ısırılmış bir elmayı—ya da bilenler için Yıldız Savaşları’ndaki Ölüm Yıldızı’nı—andıran Mimas, yin-yang gibi bir yarısı kar gibi beyaz, öbür yarısı kömür gibi kara olan İapetus, uzaya su fışkırtan gayzerlere sahip süngerimsi bir buz topuna benzeyen Enceladus… Gerçi 1980 ve 1981’de Satürn’e uğrayıp yollarına devam eden Voyager 1 ve 2 uyduları sayesinde elimizde halihazırda birçok bilgi vardı ama 30 yıl ileri bir teknolojiyle Satürn’ü incelemek, ve bunu yıllarca Satürn’ü turlayan bir uzay aracıyla yapmak ufkumuzu misli misli genişletiyor…

Birçok uzay görevinde olduğu gibi, sorunsuz çalışmaya devam eden Cassini’nin görevi 4 yıldan 13 yıla kadar uzatılıyor, ilkokula başladığım yıl fırlatılan Cassini ise yüksek lisansa devam ederken bile hiç mızmızlanmadan Satürn’ün etrafında turlamaya, uyduların yanından geçip etrafın fotoğraflarını çekmeye devam ediyor, ta ki 2017’nin eylülüne kadar.

Cassini’nin çektiği son fotoğraflardan biri…

Cassini daha uzun süre çalışabilirdi kuşkusuz, fakat her ne kadar faydalı veriler gönderse de 90’ların teknolojisine sahip bir uzay aracını Dünya’dan kontrol etmek çok kolay değil. Cassini zaten ilk planlanan görev süresinin üç katı kadar çalıştı, kaldı ki Cassini’nin enerji kaynağı olan plütonyum bloklar, zaman geçtikçe daha az enerji ürettiği için eninde sonunda Cassini bir gün sessizliğe gömülecekti. Bu yüzden Cassini ekibi, son günlerinin daha da faydalı olması için Cassini’yi Satürn ile halkalarının arasındaki boşluğa akrobatik dalışlar yapan kozmik bir cambaza dönüştürdü. Cassini’nin bu son görevi tehlikeliydi kuşkusuz, ama son günlerini yaşayan bu kozmik cambaz daha fazla fedakarlığı alçakgönüllülükle kabul etti (Neyse ki Cassini, kendisine verilen görevlere burun kıvırabilecek şekilde programlanmamıştı!)… Böylece geçtiğimiz aralıktan beri Cassini, Satürn’e hiçbir uzay aracının olmadığı kadar yaklaşarak, kah Satürn’ün yüksek dozajlı radyasyonuna maruz kalarak, kah halkaların tozlu ve tehlikeli boşlukları arasından geçerek Satürn’ün atmosferi, yüksek bulutları ve halkaları hakkında eşsiz bilgiler topladı. Fırlatılışından 19 yıl, 335 gün sonra, 15 Eylül 2017’de ise Cassini, Satürn’ün eşsiz uydularını “kirletme” riskini ortadan kaldırmak adına Satürn’ün kucağına doğru son bir dalış yaptı. Satürn’ün gittikçe kalınlaşan atmosfer katmanlarına hızla girerken son sinyallerini gönderdi ve yıllardır incelediği gezegenle bütünleşerek sonsuza dek sessizliğe gömüldü…

Cassini, Satürn’ün etrafında dolandığı 13 yıl boyunca merak ettiğimiz birçok gizemi çözüp birçok yeni keşfin yapılmasını sağladı, bir o kadar da yeni sorunun tomurcuklanmasına önayak oldu. Planlanması, montajı, fırlatılması, uzayda turlamasıyla bu yazıyı okuyan birçok genç beyinden daha uzun bir geçmişe sahip Cassini’nin kaybı, uzay aracına yıllarını veren Cassini ekibi kadar dünyanın dört bir yanındaki gökbilim meraklılarını da buruk bir hüzne boğdu. Ne de olsa Cassini değerli bir uzay aracı olduğu kadar birçoğumuzun hayatının önemli bir kısmını dolduran bir simge, uzayda dolanan bir dosttu…

Not: NASA’nın Cassini için hazırladığı İngilizce e-kitaba buradan göz atabilirsiniz (PDF ve e-kitap formatları mevcut).

* Sunay, Çağlar. “Büyük Kaşiflerin Sonuncusu Cassini”. Bilim Teknik. Sayı 360 (Kasım 1997). Sayfa 32-39.

Yazan: Çağatay Kerem Dönmez

Büyüleyici Yalnızlık: Kuyruklu Yıldız

Ön Sözler:

Bu yazıyı okumadan evvel bazı terimlere aşina olmanız adına daha önce yazmış olduğum “Güneş Sistemi Rehberi” ismindeki yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Zihninizde oluşabilecek soruları cevaplamak adına, bahsettiğim yazıyı bu yazının sonrasında da okuyabilirsiniz .

Bir bütünün parçası olmak. Bu cümle size ne ifade ediyor? Sizce insanlar bir bütünün parçası olmak zorunda mı yoksa herhangi bir bütüne ait olmama şansımız var mı? Bulunduğunuz noktada çevrenize bir bakının veya yaşadıklarınızı düşünün; size göre bir bütün olmak ne demek? Aileleri, akrabaları, arkadaş gruplarını, pek mutlu bir çifti, bir okuldaki sınıfı ve benzeri örnekleri; bunların her birini kendi alanlarında bir bütün olarak kabul edebilir miyiz? Sayılanların her biri soyut da olsa bir bütün olarak tanımlanabilirler ve fark edebileceğiniz üzere çevremizde yer alan bütünler listesini arzuladığımız kadar uzatabiliriz. Çünkü hayatımızın her alanında yine bizlerin oluşturduğu istisnasız bir bütünlük topluluğu var, bir bütün oluşturan küçük parçalar var. Şu anda parçası olduğunuz ya da olmadığınız her bir bütünün kökeni, geçmişteki uzantılarımızın, sosyal olmanın gücünü keşfetmesine dayanıyor. Bizler, sosyal olabildiğimiz için şu anda bu denli kibirli, (biraz) zeki ve karmaşık varlıklarız. Böylece biz insanlar,  geliştik ve hayatımızın her alanındaki küçük parçalara birer soyut anlam yükleyerek birleştirdik ve gerek kavramsal gerekse gerçek manada bir bütün oluşturduk.

Peki, sizce bir bütünün parçası olabilmek mi daha büyüleyicidir yoksa herhangi bir bütünün parçası olamamak mı? Böylesi bir soruya gezegenimizdeki kendi kurguladığımız gerçeklik ile değil de daha da somut bir açıdan cevap arayalım. Tam olarak bu noktada kozmos bizlere bir yardım eli uzatıyor. Geceleri temiz bir gökyüzü aracılığıyla gözlemlediğimiz o evren, bizlere gayet etkileyici bir cevap veriyor; her iki durum da büyüleyici olabilir. Hayatımda yaptığım ilk gözlem sonucunda ilk görüşte aşık olduğum Satürn de büyüleyici, Güneş Sistemi henüz bebeklik evresindeyken herhangi bir gezegen oluşumuna katılamadığından sistemin uzaklarına sürgün edilmiş, yıllar boyu hatırlanmayan, sadece (geçmiş bir yazımda da bahsettiğim gibi) dev gezegenlerin ve yıldızların rutin geçişi esnasında onların kütle çekim oyunlarına kanıp yıldızımıza doğru yönelen, Güneş’e yaklaştıkça eriyen ve kendisi eksilirken ardında oluşan o uzun uzadıya kuyrukları ile hatırladığımız kuyruklu yıldızlar da.

Giriş:

Günümüzden yaklaşık olarak 4,6 milyar yıl kadar önce, Güneş Sistemi henüz yeni yeni oluşur iken herhangi bir yapıya katılamayan bu artıklar bizlere periyodik olarak görsel şölen hazırlamak üzere kenara çekildiler. Astronomlar onları, içerdikleri toz, buz, karbon dioksit, amonyak, metan ve bazı değişik bileşiklerinden ötürü “kirli kar topları” ya da “karlı kirli toplar” olarak çağırıyorlar.

Kuyruklu yıldızların bazıları Güneş’in etrafında turlar iken çoğunluğu ise Plüton’un ötesinde bulunan Oort Bulutu ismindeki bölgede yer alıyor. Ara sıra bir bütünün parçası olamayan bu artıklar kütle çekim oyunları sonucunda İç Güneş Sistemi’ne doğru yaklaşıyorlar; bazıları bunu düzenli olarak bazıları ise birkaç yüzyılda bir yapıyor. Günümüzde yaşayan insanların çoğu, geçmişin artıklarının bizlere sunduğu görsel şölene tanıklık etmemiş olabilirler fakat yalnızlığın ve eksilmenin büyüleyici güzelliğine tanık edenler gördükleri manzarayı hayatları boyu unutamazlar.

Fiziksel Özellikleri:

Bir kuyruklu yıldızın çekirdeği çoğunlukla organik madde ile kaplı buz ve tozdan oluşur. NASA’ya göre kuyruklu yıldızın içerisinde yer alan buz, çoğunlukla donmuş su halindedir. Bunun yanı sıra buzun içeriğinde; donmuş amonyak, donmuş karbon dioksit,  donmuş karbon monoksit ve donmuş haldeki metan da bulunabilir. Kuyruklu yıldız, gerek doğal bir şekilde gerekse dev bir cismin kütle çekimi nedeniyle, Güneş’e doğru yaklaştıkça yüzeyinde bulunan buz yavaşça ısınıp gaz haline geçer ve kuyruklu yıldızın başında yoğun bir bulut oluşturur. Biz o bulut görünümlü “şeye” kuyruklu yıldız saçı (coma) diyoruz. Güneş ışığı ve rüzgarları aracılığıyla kuyruklu yıldıza ulaşan radyasyon, kuyruklu yıldız saçındaki toz partiküllerini dışarıya doğru sürükleyerek bir tür “toz kuyruğu” oluşturur. Bu olay esnasında, kuyruklu yıldız yüzeyindeki bazı gazlar ise yine radyasyon ve sıcaklık etkisiyle iyon haline geçip, “iyon kuyruğu” oluşturur. Kuyruklu yıldızların kuyrukları güneş ışığı ve güneş rüzgarı ile şekillendiğinden, bu kuyruklar her zaman Güneş’in karşı tarafına doğru bizleri büyülüyor olurlar.

Asteroidler ve kuyruklu yıldızlar ilk bakışta karıştırılabilirler, zira onları birbirinden ayırt eden yegane özellikleri içerikleridir. Asteroidler, metal ve kaya içerikli iken; kuyruklu yıldızların içeriğinde Güneş’e yaklaştığında bizleri etkileyecek hale bürünen buz, toz ve organik bileşikler bulunur.

Hale-Bopp Kuyruklu Yıldızı. Telif: NASA

Bazı kuyruklu yıldızların saçı 1.6 milyon kilometreye, kuyrukları ise 160 milyon kilometreye kadar uzanabilir. Kuyruklu yıldızların saçları ve kuyrukları Güneş ışığını yansıttığından kendileri Güneş’e doğru yaklaştığı vakit yeterince büyük iseler temiz bir gökyüzünde onları çıplak gözle rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Ne yazık ki çoğu kuyruklu yıldız, çıplak gözle gözlemlenemeyecek kadar küçük olduğundan kendilerini yalnızca teleskop aracılığıyla gözlemleyebiliyoruz.

Yörüngesel Özellikleri:

Astronomlar kuyruklu yıldızları Güneş etrafındaki yörüngelerini tamamlama sürelerine göre sınıflara ayırıyorlar. Bu ayrıma göre üç farklı kuyruklu yıldız sınıfı var; kısa periyotlu kuyruklu yıldızlar, uzun periyotlu kuyruklu yıldızlar ve Güneş ile bağlantısı olmayan tek geçişlik kuyruklu yıldızlar. Kısa periyotlu kuyruklu yıldızların Güneş etrafındaki bir tam dönüşünü tamamlaması yaklaşık olarak 200 yıla kadar sürebiliyor iken, uzun periyotlu kuyruklu yıldızların bir tam turu tamamlaması  için 200 yıldan fazlası gerekebiliyor. Çok uzak olmayan bir geçmişte araştırmacılar Asteroid Kuşağı’nda da bazı kuyruklu yıldızların var olduğunu kanıtladılar. Ve onlara göre, İç Güneş Sistemi içerisindeki gezegenlerin su kaynakları da buradaki kuyruklu yıldızlar olabilir.

Bilim insanları kısa periyotlu kuyruklu yıldızları, periyodik kuyruklu yıldızlar olarak da adlandırabiliyorlar.  Periyodik kuyruklu yıldızların Neptün ötesinde yer alan Kuiper Kuşağı’nda yer aldığını ve bu kuyruklu yıldızları aktif hale getiren şeylerin ise dev gezegenlerin kütle çekim gücü olduğunu söylüyorlar. Kuiper Kuşağı’nda bulunan kirli kar topları yalnızlıktan bıkmış olacaklar ki, dev gezegenlerin biraz zorlayıcı olan davetlerini geri çevirmeyerek İç Güneş Sistemi’ne doğru yol alıyorlar. Buna karşın, uzun periyotlu kuyruklu yıldızların, Oort Bulutu ve daha ötesinde ikamet ettikleri düşünülüyor. Bu kuyruklu yıldızların Güneş’e doğru gelmelerinin sebebi ise dev gezegenlerden de daha güçlü kütle çekimine sahip olan galaksimizin yıldızları. Herhangi bir sınıfa girmeyen, diğer kuyruklu yıldızlardan bağımsız olanlar ise Güneş’in çok yakınından geçtikleri için hemen parçalanıp buharlaşan kuyruklu yıldızlardır.

İsimlendirilişleri:

Kuyruklu yıldızlar genelde onları keşfeden insanların ismini alıyorlar. Misal, Shoemaker-Levy 9 kuyruklu yıldızı Eugene, Carolyn Shoemaker ve David Levy tarafından keşfedilen dokuzuncu kısa periyotlu kuyruklu yıldız. Ayrıca kuyruklu yıldızlar, kendilerini keşfeden uzay araçlarının isimleri ile de çağrılabiliyorlar (SOHO ve WISE gibi).

Tarihi:

Eski çağlarda gökyüzünde aniden beliren ateşten kılıçlar, insanları korkutup telaşa düşürürdü. Kuyruklu yıldızlar o zamanlarda genelde kıyamet alameti olarak algılanırdı. Hatta yakın bir geçmişte bile (1910 yılı California bölgesinde) insanlar kuyruklu yıldız geçişi esnasında, kuyruklu yıldızın “zehirli” kuyruğundan etkilenmemek için evlerinin camlarını kapattılar.

Yüzyıllar boyunca bilim insanları kuyruklu yıldızların gezegenimizin atmosferinde dolaştığını düşündü fakat 1577 yılında Danimarkalı astronom Tycho Brahe kuyruklu yıldızların aslında uydumuzdan da ötesinden geçtiklerini kanıtladı. Ve yıllar sonra Isaac Newton kuyruklu yıldızların da eliptik bir yörüngeye sahip olduğunu, onların Güneş’in çevresinde dolaştığını, tekrar ve tekrar insanları telaşa düşüreceklerini ya da büyüleyeceklerini keşfetti.

Çinli astronomlar ise yüzyıllar boyunca kuyruklu yıldızların çok geniş çaplı kayıtlarını tuttular. Halley kuyruklu yıldızı da dahil olmak üzere birçok kuyruklu yıldızın kayıtları Çinli astronomların ellerinde M.Ö 240 yıllarına dek uzanıyor.

Ünlü Kuyruklu Yıldızlar:

Halley. Telif: NASA

Kuşkusuz ki Halley kuyruklu yıldızı gezegenimiz sakinleri tarafından en çok bilinen kuyruklu yıldızdır. Halley kuyruklu yıldızı, her 76 yılda bir Güneş’e yaklaştığında çıplak gözle görülebilir oluyor. Bundan bir önceki yaklaşımı 1986 yılında gerçekleştiğinde gezegenimizden beş adet uzay aracıyla Halley kuyruklu yıldızının çok yakınından geçip, normalde kuyruklu yıldızın saçı tarafından gizlenen kuyruklu yıldızın başına ait eşi benzeri görülmemiş veriler elde ettik. Kabaca patates şeklinde olan 15 kilometre uzunluğundaki Halley kuyruklu yıldızının yüzeyinde eşit miktarda toz ve buz içerdiğini ve içeriğindeki buzun yaklaşık olarak %80 kadarı donmuş haldeki  su  ve %15 kadarı ise donmuş haldeki karbon monoksit bileşiğinden oluştuğunu öğrendik. Araştırmacılara göre diğer kuyruklu yıldızların da kimyasal yapısının Halley kuyruklu yıldızı ile aynı olduğunu düşünüyor.

Shoemaker-Levy 9. Telif: NASA

1994 yılında Jüpiter ile çarpışıp 21 parçaya ayrılan Shoemaker-Levy 9 kuyruklu yıldızı.

Hale Bopp. Telif: ©1997 Jerry Lodriguss

1997 yılında bizlerden 197 milyon kilometre uzaktan geçen Hale-Bopp kuyruklu yıldızı.

ISON. Telif: Damian Peach

2013 yılında yalnızlığını Güneş’e doğru giderek sonlandıran ISON kuyruklu yıldızı.

Son Sözler:

Evren ve onun yansıması olan hayat sürprizler ile doludur. Bu sürprizlerden belki de en şaşırtıcı olanını geçmişin artıklarından biri yaptı. Günümüzden 4,6 milyar yıl kadar önce herhangi bir bütüne katılamamış olan kuyruklu yıldız, milyonlarca yıl sonra katılamadığı bir bütüne uğradı ve küçük küçük parçaların kendi aralarında bir bütün oluşturmasına ön ayak oldu. Sistemimizdeki bir kuyruklu yıldızın dolaylı yoldan sebep olduğu bütünlükte bizler duygularımız ve sosyal ağımız sayesinde çok özel birer parça haline geldik. Birden fazla bütüne ve birden fazla parçaya direkt olarak etki edebilen; kendi içlerinde coşkulu hayatlar yaşayan, nadir ve kırılgan parçalar. Her ne kadar kuyruklu yıldızlar kadar yalnız ve büyüleyici olamasak da, o nadir ve kırılgan parçalar olarak bizler de sonradan başka parçaların oluşturduğu bütüne etki edebiliyoruz. Kuyruklu yıldızların başka bir bütüne etki etmesindeki faktör (kütle çekim) ne yazık ki bizler için geçerli değil. Duygusal varlıklar olan bizler daha soyut kavramlar ile etki etmeyi tetikliyoruz; aile bağı, aşk, dostluk, gelecek kaygısı, para ve daha niceleri. Hayatınız boyunca etki edeceğiniz ve etkileneceğiz parçayı ve faktörü büyük bir titizlikle seçin ki sonraki bütünlüğünüz çok büyük zararlar görmesin, hayallerinize devam edebilin.

Bu yazıyı yazmamda yardımcı olan şarkıları alta iliştirdim. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Umuyorum ki beğendiğiniz bir yazı olmuştur. Keyifli dinlemeler.

Dr. Ford by Ramin Djawadi

Bicameral Mind by Ramin Djawadi

Kaynakça

Yazı içerisindeki teknik bilgiler için: Space.com

Yazan: Doğuş Kaçmaz

Merkür Gözlemi

Merkür, Güneş çevresinde yaklaşık 88 gün süren dolanma süresi ve 116 günlük kavuşum dönemi ile gökyüzündeki görünür hareketini yılda üç kez yineler.

Bir alt gezegen olması nedeniyle ile her zaman Güneş’e yakın konumdadır ve gözlenmesi Güneş’in parlak ışığı nedeniyle oldukça güçtür. -1,9 Kadir derecesine varabilen parlaklığı ile en parlak yıldızlardan ve bazen Satürn, Mars hatta Jüpiter’den daha ışıklı olabilmesine karşın hiç bir zaman karanlık bir zemin üzerinde izlenemediği için, her kavuşum döneminin en fazla birkaç gün süren bir kısmında, en yüksek batı ya da doğu uzanımı esnasında çıplak gözle görülebilir. Bu gözlem koşulları, doğu uzanımı için Güneş’in batışını izleyen, batı uzanımı için ise Güneş’in doğuşundan az önceki kısa bir süre için gerçekleşir. Bu nedenle her 116 günlük dönemde Merkür bir kez ‘akşam yıldızı’, bir kez de ‘sabah yıldızı’ olarak izlenir.

En yüksek uzanım, yörünge dışmerkezliğinin yüksek olması nedeniyle 18o ile 28o arasında değişir, ancak 28o bile rahat bir gözlem için yeterli değildir. Özellikle tutulum düzleminin ufka daha yakın olduğu yüksek enlemlerden gezegenin görülmesi çok zordur.

Gözlem noktası Yer ekvatoruna yaklaştıkça, Merkür’ün sabah ya da akşam alacakaranlığında ufuktan yüksekliği artacağı için, çıplak gözle görülebilmesi daha kolay olur. Merkür’ün oldukça eliptik yörüngesinin uzun ekseninin Yer yörüngesine göre konumuna bağlı olarak, Dünya’nın Güney Yarıküre’sinin sonbahar başlangıcına denk gelen döneminde, gezegenin olası en yüksek batı uzanımı ile 7olik yörünge eğikliğinin üst üste gelmesi sayesinde Merkür için en uygun gözlem koşulları oluşur. Aynı şekilde olası en yüksek doğu uzanımı ile yörünge eğikliği açısının birbiri üzerine eklenmesi, yine Güney Yarıküre’den bu kez kış aylarında gezegenin rahat gözlenmesine olanak sağlar. Yüksek dışmerkezlik nedeniyle yörünge hızı dolanma sırasında çok değişir ve kavuşum süresi Yer’in Merkür yörüngesine oranla konumuna göre birkaç gün kayabilir.

Yer atmosferinin olumsuz etkilerini en aza indirebilmek amacıyla, teleskop kullanılarak yapılan profesyonel gözlemler Merkür’ün ufuktan iyice yüksekte bulunduğu gün ortası saatlerinde gerçekleştirilir. Tam Güneş tutulmaları çok kısa süre için de olsa Güneş’e çok yakın konumdaki gezegenin gün ortasında çıplak gözle izlenebilmesine olanak sağlar.

Kısıtlayıcı etmenler nedeniyle, yeryüzünden yapılan gözlemler en güçlü teleskoplar kullanıldığında dahi Merkür’ün yüzey şekilleri hakkında yeterli bilgi sağlayamamıştır ve elimizdeki bilgilerin büyük kısmı Mariner 10 Uzay Sondası tarafından sağlananlarla sınırlı kalmıştır.

Yazan: Deniz Gamze Sanal

Venüs Gözlemi

Venüs, Güneş çevresinde yaklaşık 224 gün süren dolanma süresine karşın yörüngesinin yer yörüngesine yakınlığı nedeniyle 584 gün gibi uzun bir kavuşum dönemine sahiptir, gezegenin gökyüzündeki görünür hareketini tamamlaması bir buçuk yılı geçer.

Bir alt gezegen olması nedeni ile her zaman Güneş’e yakın konumdadır ve gözlenmesi için en uygun saatler sabah gün doğumundan önce ya da akşam gün batımından sonradır. Ona, ‘sabah yıldızı’ ve ‘akşam yıldızı’ adları bu nedenle verilmiştir. -4,4 Kadir derecesine varabilen parlaklığı ile en parlak yıldızlardan ve diğer tüm gezegenlerden çok daha ışıklıdır. Güneş ve Ay’dan sonra gökyüzünün en parlak cismidir. Bu nedenle Güneş ışınlarının Venüs’ün görülmesine izin vermediği alt ve üst kavuşum dönemleri dışında yılın büyük bir kısmında rahatlıkla izlenir.

Merkür’e oranla çok daha yüksek uzanımlara (en uygun koşullarda 48o) çıkabildiği için gün içinde izlenebildiği süre de daha uzundur ve uygun dönemlerde akşam gün battıktan sonra veya sabah gün doğmadan önce 4 saat kadar ufkun üzerinde kalabilir. En parlak dönemlerinde Güneş ufkun üzerinde iken bile görülmesi mümkündür, hatta alışkın gözler gün ortası saatlerinde dahi Venüs’ü görebilirler. Aysız gecelerde, kent ışıklarından yeterince uzaklaşılabilirse, insan gözünün Venüs ışığının çevreye verdiği aydınlığı hissedebildiği ve yarattığı gölgeleri fark edilebildiği de söylenir.

Venüs’ün Dünya’ya en yakın olduğu dönemlerde duyarlı gözlerin gezegenin hilal evresini ayırt edebilmesi olasıdır.

Tam Güneş tutulmaları çok kısa süre için de olsa, Venüs’ün Güneş’e çok yakın konumda olduğu kavuşum dönemleri civarında bile gezegenin gün ortasında çıplak gözle izlenebilmesine olanak sağlar.

Evreler:

Bir dürbün ile izlendiğinde Venüs’ün Ay gibi evreleri olduğu görülür. Gezegenin Güneş’in arkasında ve yeryüzüne en uzak durumda olduğu üst kavuşum anında, görünen yüzeyinin tümü aydınlandığından ışıklı bir daire şeklinde ‘dolun’ evresi söz konusudur. Bu aynı zamanda uzaklık nedeniyle Venüs’ün görünür çapının en az olduğu dönemdir. En yüksek uzanım anında gezegen bir yarım daire şeklinde görülür. Güneş ile Dünya arasında kaldığı dönemlerde ise karanlık yüzünü göstererek bir ‘hilal’ şekli alır. Hilalin en ince olduğu dönemler gezegenin Dünya’ya en yakın olduğu ve görünür çapının en büyük olduğu dönemlerdir, ancak bu esnada güneş ışınları gezegenin görülmesini engeller.

Gezegenin gözlemciye en fazla ışık gönderebildiği konumu, görünür aydınlık yüzeyin en fazla olduğu % 30 aydınlık (hilal ile yarım evre arası) evresidir.

Venüs Atmosferinin Neden Olduğu Gözlem Özellikleri:

Gündüz – gece çizgisi üzerinde kalan Venüs atmosferinin güneş ışınları ile aydınlanması, gezegenin evresinin beklenenden daha büyük olarak algılanmasına neden olur. Venüs’ün herhangi bir dönemde Güneş’le yaptığı açıya dayanarak hesaplanan evre ile gözlenen evresi arasındaki bu ‘faz kayması’ bazen 3 günü bulur ve Schröter etkisi olarak adlandırılır. Venüs’ün karanlık yüzünün yeryüzüne dönük olduğu alt kavuşum anında, arkadan aydınlanan atmosferin, ortası karanlık bir halka şeklinde görülebildiği saptanmıştır. Yine alt kavuşum anına yakın günlerde gezegenin karanlık yüzünde çok hafif bir aydınlanma hissedilebilir. ‘Küllenmiş ışık’ adı verilen bu olay, 1640’lardan bu yana bilinmektedir. Bugüne dek çok değişik açıklamalar getirilmiş olmasına rağmen nedeni bilinmeyen bu atmosfer aydınlanmasının, elektriksel etkinliklerle veya kutup ışıklarına benzer bir mekanizma ile ortaya çıkabileceği öne sürülmüştür.

Venüs’ün Güneş Geçişleri:

Venüs yaklaşık 20 ayda bir alt kavuşum konumundan geçtiği halde, yörüngesinin tutulum düzlemine 3,39 derecelik bir açı yapması nedeniyle Güneş diskinin önünden geçişi nadiren gerçekleşir. Venüs yörüngesinin tutulum düzlemini kestiği noktalar, yani yörüngenin çıkış ve iniş düğümleri ile Güneş ve Yer’in düz bir çizgi üzerinde yer almasını gerektiren bu durum yaklaşık her yüzyılda 2 kez, 8 yıl aralıklı çiftler şeklinde gözlenir. Tüm geçişler, düğümlerin Yer yörüngesindeki izdüşümlerine denk gelen Haziran ve Aralık ayları içinde olur. Daha yakından incelendiğinde geçişlerin düzenlerinin 243 yıllık bir döngü içerisinde yinelendiği dikkati çeker.

Venüs’ün geçişi, Güneş diski üzerinde küçük bir siyah beneğin ilerlemesi şeklinde izlenir ve en fazla 7 saat kadar sürer.

Yazan: Deniz Gamze Sanal

Neptün Gözlemi

Neptün(solda) ve uydusu Triton. Telif: Sky and Telescope

İlk olarak 1612 yılında Galileo tarafından gözlenen Neptün, 7.7 kadir parlaklığı ile gökyüzünde oldukça sönük görünür. Bundan dolayı teleskop veya dürbün yardımı olmadan çıplak gözle ayırt edilemez. Küçük bir teleskop yardımıyla ufak, yeşilimsi bir yuvarlak olarak görülür. Uydusu Triton ise 13.5 kadir parlaklığıyla ancak 20 cm’lik teleskoplar ile ve en iyi gözlem koşulları altında görülebilir. Neptün çok yavaş ilerlediği için gözlemlenmesi kolay bir gezegendir.

Yazan: Deniz Gamze Sanal

Uranüs

Güneş sistemimizin  yedinci gezgeni olan  Uranüs, çok rüzgarlı ve soğuk bir gezegendir. Çevresinde 13 halka ve 27 uydu bulunur.Adını Yunan Mitolojisi’nde Gökyüzü Tanrısı olan Uranos’tan alır.

Uranüs diğer gezegenler gibi 4.5 milyar yıl önce kütleçekim etkisiyle gaz ve tozlardan buz devine dönüştüğü ve 4 milyar yıl kadar önce de komşusu olan Neptün gibi güneşten uzaklaşarak 7.gezegen olduğu düşünülüyor.

Uranüs, 25,362 kilometrelik çapıyla Dünya’dan 4 kat daha geniştir. Ortalama 2,9 milyar kilometrelik bir uzaklığıyla Uranüs, Güneş’ten yaklaşık 19.8 astronomik birim uzaklıktadır. Bu mesafeden ışığın  Uranüs’e ulaşması 2 saat 40 dakika sürer!

Uranüs, tarihte teleskopla keşfedilen ilk gezegendir. William Herschel 1781 yılında rastgele gökyüzü gözlemi yaparken Uranüs’ü keşfetmiş fakat bir kuyrukluyıldız ya da yıldız olduğunu düşünmüştür en başta. Uranüs’ün bir gezegen olduğu iki yıl sonra, Johann Elert Bode’nin gözlemleri sonucunda kanıtlanmıştır.

William Herschel ilk olarak gezegene ülkenin kralı Üçüncü George’a ithafen “Georgium Sidus” denmesini istemiş fakat Bode’nin de önerisiyle Satürn’ün babası, Yunan Mitolojisi’ndeki Gökyüzü Tanrısı anlamına gelen Uranüs adı verilmiştir.

Yörünge ve Dönüş:

Uranüs’ün kendi çevresinde bir tur atması, bir Uranüs günü, 17 saat 4 dakika sürer. Güneş çevresindeki yörüngesini tamamlaması ise 30,687 Dünya günü yani 84 Dünya yılı süre alır.

Uranüs,ekseni yörüngesine neredeyse dik hizada olan tek gezegendir. Kendi eksenindeki   97,77 derece eğiklikten dolayı güneş çevresinde adeta bir top gibi yuvarlanarak ilerler.Bu eğikliğin sebebinin uzun zaman önce Dünya büyüklüğünde bir gök cismi ile çarpışması sonucu olabileceği düşünülüyor. Eksenindeki eğiklik ayrıca bir kutbun 21 yıl boyunca ışık almasını sağlarken diğer kutbu 21 yıl boyunca karanlığa mahkum eder.

Uranüs aynı zamanda Venüs ile benzer olarak, diğer gezegenlerin aksi yönüne, yani  doğudan batıya döner.

Daha ayrıntılı bilgi için sitemizdeki diğer yazıya göz atabilirisiniz;

Venüs ve Uranüs: Güneş Sistemi’nin Aykırı Çocukları

Gezegen Yapısı:          

Uranüs güneş sisteminde bulunan iki buz devinden biridir(diğeri Neptün). Gezegenin %80’i sıcak yoğun ve buzlu maddelerden oluşur-su,metan ve amonyak-.Bu maddeler eriyik halde bulunan ağır bir çekirdeğin üzerinde bulunur. Çekirdek çevresinde sıcaklık 4,982 dereceye kadar çıkabilir. Bu aşırı sıcak mantonun, üzerindeki atmosferin ağırlığından kaynaklanan devasa basıncın etkisiyle kaynayamadığı ve buranın elektriksel olarak iletken olduğu, gezegenin manyetik alanını ürettiği sanılmaktadır.

Uranüs komşusu Neptün’den daha büyük olmasına rağmen yoğunluk olarak Neptün’den daha az yoğundur. Hatta güneş sisteminde Satürn’den sonra ikinci  en az yoğun gezegendir.

Uranüs mavi-yeşil rengini atmosferindeki metandan alır. Güneş ışığı atmosferden geçerek yüzeye çarpar ve oradan da metan bulutlarına yansır. Metan güneş ışığının kırmızı ve turuncu renklerini soğurduğu için atmosfer mavi-yeşil olarak görünür.

Yüzey:

Bir buz devi olan Uranüs tam anlamıyla bir yüzeye sahip değildir. Gezegen daha çok yüzen sıvılardan oluşur. Bir uzay aracı Uranüs’e gitse inebileceği bir yüzey bulamaz, hatta yüksek basınç ve sıcaklıktan dolayı paramparça olur.

Atmosfer:         

Uranüs’ün atmosferi çoğunlukla hidrojen ve helyum, biraz da su ve amonyaktan oluşur. Atmosferindeki metan ise kendine özgü mavi rengi verir.

Voyager 2 uzay aracı 1986 yılındaki gözlemleri sonucunda ayrık bulutlar, Büyük Karanlık Nokta ve küçük Karanlık Nokta’yı gözlemlerken, son yıllarda yapılan gözlemler sonucunda Uranüs’ün ekinoks zamanlarında değişen bulutlarıyla dinamik bir yapısı olduğu keşfedildi.

Uranüs’ün yüzeyinde sıcaklık -224,2  dereceye kadar düşebilir, bu da Uranüsün bazı bölgelerini Güneş’e en uzak gezegen olan Neptün’den bile soğuk yapar.

Uranüs’te rüzgarlar saatte 900 km hıza kadar ulaşabilir. Rüzgarlar ekvatorda dönüş yönünün tersine doğru eserken, kutuplara yaklaştıkça dönüş yönünde esmeye başlar.

Ek olarak Uranüs’ün atmosferi organizmalara pek elverişli yaşam koşulları sağlamaz. Soğuk iklimi, şiddetli rüzgarları, atmosferindeki gaz bileşenleri ve yüksek basınçtan dolayı organizmaların adapte olması çok zordur.

Uydular:

Uranüs’ün bilinen 27 uydusu vardır. Uranüs’ün uyduları diğer gezegenler aksine adlarını mitolojiden değil William Shakespeare ve Alexander Pope karakterlerinden alır.

Uranüs’ün uydularının tamamının su ve kayadan oluştuğu sanılmaktadır. Tam olarak nasıl oluştukları ve bileşenleri bilinmese de, Uranüs’ün çekim etkisine yakalanmış asteroidler oldukları düşünülmektedir.

Uyduların  çoğunluğu Voyager 2 uzay aracının gözlemleri ve fotoğrafları sonucu keşfedilmiştir.

Daha detaylı bilgi için: http://solarsystem.nasa.gov/planets/uranus/moons

Uranüs’ün Halkaları:

Uranüs iki ayrı sıra halka bulundurur. İç kısımda bulunan dokuz halka çoğunlukla sık, sönük ve gri halkalardan oluşur. İki tane dış halka bulunur. Bunlardan içte bulunan halka kızıl, dıştaki halka ise daha mavimsidir.

Halkaların adı içten dışa doğru; Zeta,6,5,4,Alpha, Beta, Eta, Gamma, Delta, Lambda, Epsilon, Nu ve Mu’dur. Bazı büyük halkaların çevresinde toz bulutları bulunur.

Magnetosfer:

Uranüs’ün sıra dışı ve düzensiz bir magnetosferi vardır. Uranüs’ün magnetosferi diğer gezegenlerden farklı olarak gezegenin dönüş ekseninden 60 derece eğiktir. Bundan dolayı Uranüs’te gerçekleşen auroralar Dünya, Jüpiter ve Satürn’deki gibi kutuplarda gözlenmez.

Kaynakça:

*http://solarsystem.nasa.gov/planets/uranus/indepth

http://nineplanets.org/uranus.html

Yazan: Deniz Gamze Sanal

Ay’ın Yeniden Gezegen İlan Edilmesini Öneren Çalışma, Yüzyıllardır Açılmamış Bir Tartışmayı Yeniden Alevlendirdi

Stephen Pumfrey tarafından kaleme alınan bu yazının İngilizce aslına buradan ulaşabilirsiniz.

Arada bir bilimsel makaleler sansasyon yaratabiliyor, ki yakın zamandaki manşetlere bakılırsa gene öyle olmuş gibi görünüyor. The Sunday Times [Birleşik Krallık’ta yayımlanan bir pazar gazetesi] “Ay gezegen olduğu iddiasıyla yükseliyor” derken Mail Online ise [Birleşik Krallık’ta yayımlanan Daily Mail gazetesinin web sayfası] “Bu k-A(Y)-çıklık mı?” [Sitede kullanılan kelime “lunarcy” olup, kaçıklık anlamına gelen “lunacy” kelimesi ile Ay/Ay’a ait anlamına gelen “lunar” kelimesinin birleştirilmesiyle oluşturulan bir kelime oyunudur.] diye sordu. Bu haber yazıları, mütevazı bir makaleye karşılık veren nicesinin sadece birkaçı. “Jeofiziksel Bir Gezegen Tanımı” (“A Geophysical Planet Definition”) makalesi, bir nesneyi gezegen yapan kriterlerin elden geçirilmesini öneriyor. Öyle ki, makale Ay’ın, Plüton’un ve Güneş Sistemi’ndeki başka birkaç nesnenin gezegenlik statüsüne yükseltilmesi gerektiğini savunuyor.

Planetary and Lunar Science akademik dergisinde yayınlanan makale, Alan Stern’i de içeren bir ekip tarafından yazıldı. Stern, Temmuz 2015’te Plüton’a ses getiren bir yakın geçiş yapan NASA’nın Yeni Ufuklar (New Horizons) görevi ile meşhur. Makale birazcık teknik detay içeriyor; fakat esasen, bir nesneyi gezegen yapan kıstasın sadece Güneş’in etrafında dolanıp dolanmaması değil, o nesnenin jeofiziksel özelliklerinin olması gerektiğini savunuyor.

Elbette, Stern’in bu konuda söyleyecek çok sözü var. Mesela, Uluslararası Astronomi Birliği’nin (IAU) 2006’da—Yeni Ufuklar’ın Plüton’a doğru fırlatılmasının üzerinden henüz yedi ay geçmişken—Plüton’u gezegenlikten çıkarmasına hala hiddetli. Gönderdiği uzay aracı hedefine ulaşana kadar Plüton zavallı bir “plütoid”e, bir “Neptün ötesi cüce gezegen”e dönmüş durumdaydı. İşte Stern bu makalesinde misilleme yapıyor. Kendisi, “Madem Plüton artık bir gezegen değil, Yeni Ufuklar’ı oraya niye gönderdiniz ki?” diye soran insanlardan çoktan bıkmış durumda.

Geçmişten alınan dersler

Ay’ın Dünya’nın uydusu olduğu fikrini o kadar kanıksamışız ki, onun aslında bir gezegen olabileceği fikri hakikaten sarsıcı. Fakat Eski Yunanlar da, Orta Çağ astronomları da Ay’ı gayet bir gezegen olarak sınıflandırıyordu.

Antik çağ gözlemcileri geceler geçse de yıldızların göreli konumlarını değiştirmediklerinin farkındaydı: Aslan veya İkizler takımyıldızlarını onlar da tıpkı bizim gördüğümüz şekilde görüyorlardı. [Aslında yıldızlar da on binlerce yıllık zaman süreçlerinde gökyüzünde hareket ediyor, fakat yazının keşfinden beri gökyüzündeki yıldızların kayda değer bir miktarda değişmediği muhakkak, o yüzden bunu göz ardı edebiliriz.] Bu gözlemciler, yedi göksel nesnenin konumlarını yavaşça değiştirdiklerini, gökte doğudan batıya doğru gezindiklerini de fark ettiler. Bunların en önemlisi kuşkusuz Güneş’ti. Güneş’in yıl boyunca burçlar kuşağının 12 burcundan geçerek çizdiği çembere astronomlar tutulum çemberi/düzlemi (veya “ekliptik”) adını veriyorlar (bknz: aşağıdaki görsel). Güneş (tabii ki biz artık onun yerine Dünya demeyi tercih ediyoruz) yılda bir tur atarken Satürn bu düzlemde 30 yılda bir tur atıyordu, Jüpiter 12 yılda, Mars ise iki yılda bir. Ay gezegeni ise bir turunu 1/12 yılda, yani bir ayda tamamlıyordu. Aslında “gezegen” kelimesi rahatça görülebileceği gibi “gezmek” fiilinden türetilmiş; aynı şekilde İngilizce’deki “planet” kelimesi de “gezgin” anlamına gelen Yunanca “πλανήτης”ten (“planítis”; Latince ise “planeta”) türetilmiş.

Güneş ve Dünya’yı gösteren bir tutulum çemberi animasyonu. Eser sahibi: Tfr000/Wikipedia, CC BY-SA

Ay’a ise özel bir ilgi gösteriliyordu. Ay’ın yakınlığı, onu çıplak gözle görünür yapıları olan (“Ay’daki adam yüzü” gibi) tek “gezegen” yapıyordu. Aristo’nun (MÖ 384-322) Ay’ın fiziği hakkında soruları vardı: Mesela neden Ay’ın hep aynı yüzü görünüyordu da arka tarafını hiç göremiyorduk? Aslında bu gayet güzel bir soru; astronomlar bunu artık gezegenler ve büyük uydular arasındaki kütleçekimsel kuvvetlerin bir sonucu olarak açıklıyor, ve buna “kütleçekim kilidi” adını veriyorlar.

Aristo ise bambaşka bir sonuca varmıştı. O, Ay’ın özünde dönme veya hareket etme yetisi olmadığını düşünüyordu. Hatta Aristo bunun bütün gezegenler için geçerli olduğunu düşünüyordu. “Gezegenler,” diyordu, “sırf bir çemberin üzerinde taşındığı için hareket eder”. İşte bu fikir, gezegenler ve yıldızların iç içe geçmiş semavi küreler tarafından döndürüldüğünü varsayan ayrıntılı Orta Çağ evrenbiliminin temelini oluşturdu. Eğer Ay’ımız kütleçekimsel olarak kilitlenmiş olmasaydı, astronominin gelişimi çok farklı bir yol izlemiş olabilirdi.

Batlamyusçu Dünya merkezli evren modelinin Portekizli evrenbilimci ve haritacı Bartolomeu Velho tarafından yapılmış bir çizimi, 1568. Wikipedia

Peki atalarımızın Ay’ı da diğer gezegenler arasına eklemesinin münasip bir sebebi var mıydı? Bence vardı, fakat bu biraz da tuhaf bir gökbilimsel rastlantının sonucunda oldu. Hemen hemen tüm büyük uydular, gezegeninin ekvator düzleminin üzerinde veya ona çok yakın bir şekilde dolanır, bizim Ay’ımız hariç: Ay’ın yörüngesinin ekvator düzlemimize olan eğikliği 28 dereceye kadar çıkıyor. Gelgelelim Dünya’nın ekvator düzlemi de tutulum düzlemine göre 23,5 derece eğik. Bu iki durumun alışılmadık birleşiminin sonucunda da Ay tutulum düzleminin üzerinde, ondan en fazla 5 derece uzaklaşacak şekilde hareket ediyormuş gibi görünüyor. Ay da diğer gezegenler gibi tutulum düzleminin/çemberinin üzerinde dolanmasa, antik çağ astronomları Ay’a tipik bir gezegenmiş gibi davranmayabilirdi.

Geçmek bilmeyen ikirciklilik?

1543’te yayımlanan Kopernik’in Güneş merkezli astronomisi ile Ay, tipik bir gezegen olma ünvanını kaptırdı. Kopernik’e gelen eleştirilerin dikkat çektiği üzere, Ay’ın—şahsına münhasır bir biçimde—yörüngesinin ortasında Güneş değil Dünya vardı. Şimdiyse Ay’a Dünya’nın “uydu”su diyoruz, “tabi olma, ardından gitme, takip etme, tapma”* anlamına da gelen “uymak” fiilinden türeterek. İngilizcede ise “satellite” sözcüğü “hizmetçi, kul” anlamına gelen “satelles”ten türemiş. Ay’ın itibar kaybetmesinin dahası da var. Galileo 1610’da teleskobunu Jüpiter’e doğrulttuğunda dört tane ay keşfetti. Kopernik destekçileri için iyi haber, ama Ay için değil… Ay artık “AY” değil, bilinen beş aydan (yani, uydudan) biriydi, kaldı ki bu sayı günümüze kadar hızla artıp tam 182’ye ulaştı.

Galileo’nun ay eskizleri. Wellcome images/Wikipedia, CC BY-SA

Görünüşe göre dünyada pek de yeni bir şey yok. Galileo’nun zamanında da Ay, Ay’ı Dünya’daki gibi kara ve denizleri olan bir gökcismi olarak gören yeni evrenbilimciler ile, Ay’ın düpdüzgün, mükemmel bir semavi nesne olduğuna ısrar eden eski astronomların kapışma konusuydu.

Yeni gezegen tanımı ile Alan Stern bu kavgayı yeniden alevlendirdi. Makalesine göre, astronomlar “Uluslararası Astronomi Birliği’nin tanımını tamamen faydalı bulabilir” fakat “kendisinin jeofiziksel tanımları gezegen jeolojisi bilimcileri, eğitmenleri ve öğrencileri için daha kullanışlı”. Veya, Stern’in 2015’te dobra dobra söylediği gibi: “Bir gezegen söz konusu olduğunda, konu hakkında bilgi sahibi olan gezegen bilimciler varken astronomları niye dinleyesiniz ki?” Sonuç olarak Stern’in ekibi biliyor ki—yani en azından öyle olacağını düşünüyorlar—Ay yeniden bir gezegen olarak kabul edilmek zorunda. Tabii ki en sonunda ne olacağı, bu tür konularda karar verme yetkisine sahip olan Uluslararası Astronomi Birliği’ne kalmış durumda.

* “Uydu” sözcüğünün kökeni Nişanyan Sözlük’ten alınmıştır.

Not: Yazıdaki italik kısımlar ve kelimelerin Türkçe kökenleri yazının aslında olmayıp çevirmen tarafından bilgi amaçlı eklenmiştir.

Yazan: Çağatay Kerem Dönmez

Cüce Gezegen Ceres’te Yaşam Olabilir mi?

 

Bu sanatçı tasviri, NASA’nın Dawn uzay aracının Ceres’in yörüngesindeyken çektiği fotoğraflardan oluşturulan yüzey haritasına dayanarak yapılmış. Tasvir, Occator kraterinde ve başka yerlerde görülen çok parlak maddesel lekeleri gösteriyor. La Silla, Şili’deki 3,6 metrelik ESO teleskobunun HARPS spektrografını kullanarak yapılan yeni gözlemler, lekelerin beklenmedik bir şekilde günlük değişimlerini ortaya çıkardı ki bu da değişimlerin Ceres döndükçe Güneş ışığının etkisi altında gerçekleştiğini akla getiriyor. Telif Hakkı: SO/L.Calçada/NASA/JPL-Caltech/UCLA/MPS/DLR/IDA/Steve Albers/N. Risinger

Uzaylılar sandığımızdan daha da yakında olabilir. Astronomlar geçtiğimiz günlerde, Ceres cüce gezegeninde Dünya dışı yaşam olma ihtimalini destekleyecek organik moleküller keşfetti.

Maria Cristina de Sanctis tarafından yürütülen bir araştırma ekibi NASA’nın Dawn uzay aracından elde edilen verileri incelerken, Ceres’de bulunan Ernutet kraterinden gelen parlak ışıkları fark etti.

Dawn, yayılan ışınları kaydederek hangi dalga boyundan ne kadar ışık yayıldığını ölçtü. Farklı türdeki atomlar arasında oluşan bağlar farklı dalga boylarındaki ışıkları emdiklerinden, gözlenen molekülün içeriğini dalga boyundan anlamak mümkün. Bu veriler De Sanctis ve ekibine Ceres’te karbon temelli, metil ve metilen grupları içeren moleküller bulunduğunu gösterdi. Molekülün ne olduğu tam olarak bilinmese de Dünya’da katran benzeri minerallere yakın bir dizilime sahip olduğu biliniyor.

Araştırma ekibi üyelerinin açıklamasına göre bu moleküller tamamen cüce gezegene özgü, yani asteroid ya da kuyrukluyıldız çarpışmaları sonucu gezegene ulaşmamış; çünkü böyle bir çarpışma sonrasında oluşan yüksek sıcaklıklarda organik moleküller parçalanırdı.

Ceres, çok ince bir atmosfere sahip. Yüzeyindeki sıcaklık -27 ile -107 °C arasında değişiyor. Fakat yüzeyinin altında yüksek miktarlarda buz bulunduruyor—hatta okyanus bulunduruyor bile olabilir—ve hala oluşum günlerinden kalma, gezegenin alt tabakalarında yüksek miktarda ısı barındırıyor olma ihtimali de var. Amonyak içeren mineraller, tuzlar ve yeni bulunan organik molekülleri de eklersek Ceres, bir yaşamın oluşması ve gelişmesi için teoride birçok kriteri sağlıyor.

“Ceres’in oluşum günlerinden kalma iç sıcaklığını koruması ve yer altı okyanusları barındırması ihtimaline karşın, ilkel yaşam formları Ceres’de oluşmuş olabilir.” açıklamasında bulunuyor Avrupa Uzay Ajansı’nda bilim insanı ve aynı zamanda makalenin yayınlandığı Science dergisinde yazar olan Michael Küppers. Küppers, araştırmaya dahil olmadı, bunu da belirtelim…

Dawn uzay aracı tarafından Ernutet krateri çevresinden toplanan veri. Kırmızıya yaklaşan renkler daha yoğun düzeyde organik molekül barındırıyor. Telif: NASA/JPL-Caltech/UCLA/ASI/INAF/MPS/DLR/IDA

Dawn uzay aracının görünür ve kızılötesi dalga boylarında ışınlar kullanarak keşfettiği organik moleküller cüce gezegenin kuzey yarımküresinde bulunan 53 kilometre genişliğindeki Ernetut kraterinde ve bu kratere 400 kilometre uzaklıkta bulunan Inamahari krateri çevresinde yoğunlaşmış; yaklaşık olarak 1000 kilometrekarelik bir alana yayılmış durumda.

Organik moleküller daha fazla alana da yayılmış olabilir. Dawn uzay aracı 2015 yılından bu yana cüce gezegenin sadece 60° güney ve 60° kuzey enlemleri arasında bulunan orta bölümünü taradı.

“Ernetut kraterinin jeolojik ve morfolojik özellikleri geçtiğimiz aylarda elde edilen verilerle dikkatli bir şekilde inceleniyor; ama neyin onu bu kadar özel yaptığı konusunda emin değiliz,” diye açıklamada bulunuyor De Sanctis. Ceres’in karmaşık yapısının astrobiyologlara ilgi çekici geldiği aşikar.

De Sanctis, Jüpiter ve Satürn’ün okyanus barındıran uydularına gönderme yaparak, “Bazı yönlerden Europa ve Encladus’a oldukça benziyor,” diye de belirtiyor.

“Ceres’in yüzeyinde, Enceladus’taki gaz bulutlarında rastladığımız bileşiklere benzer bileşikler görüyoruz. Ceres’in yüzeyi Jüpiter ve Satürn’ün uydularında daha sıcak sayılabilir—Güneş’e olan uzaklıkları göz önünde bulundurulursa… Ceres’in yer altı okyanuslarına sahip olduğuna dair şimdilik bir kanıtımız olmasa da, yakın zamanda yeraltında sıvı barındırdığına dair ipuçlarımız var,” diye ekliyor De Sanctis son olarak.

Ceres’in 4,5 milyar yıl önce oluştuğuna inanılıyor ve gezegenin mineral yapısını anlamak; yaşama elverişli olup olmadığına, hatta bizim Dünya’mızda da yaşamın oluşumuna dair ipuçları verebilir. Bu son çalışma gösteriyor ki Güneş Sistemi’mizde Ceres; Mars’tan sonra, uzaylı yaşam formu bulmak için en uygun seçenek.

Ceres Güneş’e Dünya’dan daha uzak, bu yüzden Güneş’in yıkıcı radyasyonundan daha az etkileniyor. Tüm bunlara rağmen Ceres’de yaşam bulunsa bile yer seviyesinin kilometrelerce altında bulunması bekleniyor.

Araştırmacıların hala ne bulduklarına dair bir sürü soruları var. Ekip, gözlemledikleri organik moleküllerin neden belirli bölgelerde toplandığını ve Ceres’in evriminde ne gibi bir etkileri olduğunu anlamaya çalışıyor. Dawn uzay aracı gözlemlerine devam ettikçe, önümüzdeki günlerde Ceres ve yapısı hakkında daha detaylı bilgiler elde edeceğiz.

Kaynaklar:

http://www.space.com/35729-dwarf-planet-ceres-organic-molecules.html

https://www.forbes.com/sites/samlemonick/2017/02/17/the-dwarf-planet-ceres-may-have-the-ingredients-for-life/#669ec9df2fe9

http://www.popsci.com/dwarf-planet-ceres-contains-key-ingredients-for-life

http://www.theverge.com/2017/2/16/14642506/organic-compounds-ceres-dwarf-planet-dawn

Güneş Sistemi Rehberi

Kozmos. Kelimelerin ne denli güçlü olabileceğini bizlere fazlasıyla çarpıcı bir biçimde anlatabilen yegane kelimelerden biri. Bir kelime; karanlığı, aydınlığı, milyarlarca yılı, sessizliği, düzeni ve düzensizliği, doğumu ve ölümü, ölümün ardında bıraktığı güzellikleri, geride kalan güzellikler ile doğan yıldızları ve galaksileri, galaksilerden birinin bir köşesinde ölen yıldızın kalıntılarından doğan başka bir yıldızın sıcaklığı ve enerjisi ile hayat bulanları yani bizleri anlatabiliyor.

İnsanlığın mütevazı hayatı, evrende bulunan milyarlarca galaksi arasından Samanyolu Galaksisi’nin bir kolunda başladı. Samanyolu’nun Avcı (Orion) Kolu içerisinde bulunan; değil galaksi ile, Avcı Kolu ile kıyaslandığında dahi esamesi okunmayacak olan Güneş Sistemi içerisinde sürdürüyoruz yaşamlarımızı. Bu perspektiften baktığımızda içerisinde oldukça coşkulu hayat sürdürdüğümüz gezegenimizin, başka bir deyişle soluk mavi noktanın, bu destansı büyüklükteki kozmik okyanusta küçücük bir damla su olduğunun farkına varabiliyoruz. Bizler, içerisinde yaşadığımız o gizemli sistemin varlığını henüz fazla uzak olmayan bir geçmişte farkına vardık. Onu anlamaya yönelik adımlarımızı ise daha yeni yeni atmaya başladık. İnsanlık, şu an için yürümeyi öğrenmeye çalışan bir bebek gibi; kimi zaman cesurca, kimi zaman ise korkuyla daha fazla adım atmaya çalışıyor. Şu ana kadar derin bir arzu ve merak ile attığımız adımlar ise bizlere sistemimiz (Güneş Sistemi) ve kendimiz hakkında oldukça etkileyici bilgiler edindirdi.

İnsanın ömrü boyunca keşfedebileceğinden ve öğrenebileceğinden çok daha fazla gizem barındıran sistemimiz hakkında şu ana dek elde edilen bilgileri detaylar ile boğulmamış, okurlarını ileri okuma yapmaya teşvik edeceğini umduğum yazıya başlayalım. Alt başlıklar halinde sistemi anlatmaya çalışacağım. Umarım beğenirsiniz.

Keşfedilişi:

Henüz modern astronomi dönemine geçilmemişken sadece birkaç insan ve medeniyet Güneş Sistemi’nin işleyişini anlamaya yönelik adımlar attı. Sistem, sorgulanması ve araştırılması yasaklanmış bir alan gibiydi. Bu durum öylesine kötü bir hale bürünmüştü ki, çok da uzak olmayan bir geçmişte gökbilimsel sistemlerin büyük çoğunluğu, Dünya’nın sabit olduğu ve uzayda bilinen bütün gezegenlerin, yıldızların ve diğer gök cisimlerinin Dünya etrafında döndüğü düşüncesi kabul edilerek geliştirilmişti. Buna ek olarak insanlar, kendilerini çok mühim ve benzersiz kabul ettikleri dönemlerde; yaşadıkları gezegenin diğer gezegenlerden, yıldızlardan ve diğer oluşumlardan farklı ve kutsal olduğu görüşünü benimsediler. Tahmin edebileceğiniz üzere bu ve benzeri görüşler astronomi biliminin gelişmesine engel oldu. Fakat bilime inanan, otoriteye ve yaygın görüşün ne kadar güçlü olduğuna aldırış etmeyen cesur insanlar sayesinde, insanlık her gece büyülenerek izlediği gökyüzünün gizemlerinin kapısını geç de olsa aralayabildi.

İlk ve Orta çağ dönemlerinde bazı Yunan, Arap ve Asyalı astronomlar evrenin Güneş merkezli bir sistem olduğunu belirttiler. Bu görüş kısaca, Dünya ve benzeri gezegenlerin Güneş etrafında döndüğünü kabul ediyordu. Yani gezegenimizin kutsal olmadığını, evrendeki her şeyin bizim etrafımızda dönmediğini ve özel olmadığımızı; aksine Dünya’nın diğer gezegenler gibi Güneş’in etrafında döndüğünü belirttiler. İleri sürülen bu fikirler, otoriteleri sarsacak gelişmelere yol açabileceğinden geniş çapta yankılanması biraz zaman aldı. Tam olarak yayılması ve kabul görmesi için Copernicus’un matematiksel bir ön görüş modeli geliştirmesi gerekiyordu. On altıncı yüzyıla gelindiğinde Copernicus tarafından geliştirilen model (Commentariolus) sayesinde Güneş merkezli sistem görüşü geniş kitlelere yayıldı.

Galileo (1564 – 1642) insanlara Aziz Mark meydanında gökyüzünü gözlemleyebilmeleri için teleskopunun nasıl kullanılacağını gösterirdi.

On yedinci yüzyıla gelindiğinde Galileo, Kepler ve Newton gibi bilim insanlarının geliştirdikleri fiziksel kuramlar Güneş merkezli sistem görüşünün yavaş yavaş kabul görmesine hatırı sayılır derecede katkı sağladı. Bu gelişmelere ek olarak kütle çekim kuvveti gibi teorilerin geliştirilmesi ise sistemin birer üyesi olan diğer gezegenlerin de Dünya ile aynı fiziksel  yasalara sahip olduğunun fark edilmesini sağladı.

Teleskobun icadı ve geniş çapta kullanılması astronomi biliminin gelişmesinde tek başına çok büyük bir rol oynadı. Bu konuya verilebilecek en iyi örnek sanıyorum ki Galileo olacaktır. 1610 yılında Galileo kendi teleskobuyla dikkatini çeken 3 küçük “yıldızı” gözlemlediğinde onlarda bir anormallik fark etti. Yıldızlar olması gerekenden daha garip biçimde hareket ediyorlardı. Gözlemlerine devam eden Galileo sonraları bu üç yıldızın Jüpiter’in yörüngesi etrafında döndüklerini fark etti. Böylece Galileo, Jüpiter’in en büyük üç uydusunu keşfetmiş oldu. Dördüncü büyük uyduyu keşfetmesi ise çok uzak olmayan bir tarihte gerçekleşti. Galileo, keşfettiği bu dört uyduya hocası(nın ismi olan) Cosimo II De’Medici’nin şerefine “Medici yıldızları” denmesini istedi fakat kendinden sonra gelen astronomlar bu uyduları onları keşfedenin şerefine “Galileo uyduları” olarak adlandırılmasının en uygunu olacağını düşündüler. Bahsedilen bu uyduların isimleri; Io, Europa, Ganymede ve Callisto’dur. Bir başka örnek olan Christiaan Huygens ise 1645 yılında Satürn’ün çevresinde ince, düz ve ekliptik eğimli katı bir halka gözlemlediğini öne sürdü (evet, şimdilerde görenleri büyüleyen Satürn halkası). Sonraları Huygens, kendisi tarafından tasarlanan elli kat mercek ile güçlendirilmiş teleskop kullanarak Satürn’ün uydusu olan Titan’ı keşfetti. Zamanla teleskop kullanımının giderek yayılması sonucu sistemin diğer üyeleri olan Uranüs ve Neptün gezegenleri ki bulunmalarında matematik biliminin de büyük katkısı vardır, ile birlikte Halley gibi kuyruklu yıldızlar ve asteroid kuşakları keşfedildi.

On dokuzuncu yüzyılda üç farklı astronomun birbirinden bağımsız bir şekilde gerçekleştirdiği üç farklı gözlem, sistemin doğasını ve onun evrendeki yerini belirlemede fazlasıyla yardımcı oldu. Bu gözlemlerden ilki 1839 yılında Alman astronom Friedrich Bessel tarafından yapıldı. Bessel, Dünya’nın Güneş etrafındaki devinimi sırasında yıldızların pozisyonlarındaki gözlemlenebilen değişimi başarılı bir şekilde ölçebildi. Bu başarı Güneş sistemli merkez modelini kanıtlamakla kalmayıp Güneş ile diğer yıldızlar arasındaki mesafeyi de ölçebilmemizi sağladı. 1859 yılında Robert Bunsen ve Gustav Kirchhoff henüz icat edilmiş olan tayfölçeri kullanarak Güneş’in tayfsal imzasını incelediler (tayfölçer ya da spektroskop, Güneş gibi bir cisimden gelen beyaz ışığı bir prizmanın yapabileceğinden çok daha geniş bir renk yelpazesine ulaşacak şekilde ayırıyor ve gneiş bir renk yelpazesine yayılan ışıkta bazı siyah bölgeler oluşuyor). Bu iki bilim insanının yaptıkları çalışmanın sonucuda, Güneş’in yapısını oluşturan elementlerin gezegenimizde bulunan elementlerle aynı olduğunu; yani uzay ile Dünya’nın aynı elementlerden oluştuğunu kanıtladılar.

Uzaklık açısı tekniği ile, astronomlar Dünya’nın yörüngesindeki iki farklı konumdan bir objeyi gözlemleyerek o objenin uzaklığını tam olarak ölçebiliyorlar. Telif: Alexandra Angelich, NRAO/AUI/NSF.

Sonraları, İtalyan astronom olan Peder Angelo Secchi, Güneş’in tayfsal imzası ile gözlemlenebilen diğer yıldızların tayfsal imzalarını karşılaştırdı ve elde ettiği verilerin hemen hemen aynı olduklarını gördü. Secchi’nin yaptığı bu keşif Güneş’in ve evrende bulunan bütün yıldızların aynı materyallerden meydana geldiğini ispat etmiş oldu.

Bu gelişmelerin dışında, yaptığı gözlemler sonucunda dış gezegenlerin yörüngelerinde bir uyuşmazlık olduğunu fark eden Amerikalı astronom Percival Lowell, Neptün’ün ötesinde henüz bilinmeyen başka bir gezegenin var olabileceğini düşündü. Lowell’in ölümünün ardından ona ithafen kurulan Lowell Rasathanesi’nde sürdürülen bir çalışma sonucunda, Clyde Tombaugh 1930 yılında şimdilerde cüce gezegen dediğimiz Plüton’u keşfetti.

1992 yılında Hawai Üniversitesi’nden astronom David C. Jewitt ve MIT’den astronom Jane Luu birlikte yürüttükleri çalışma neticesinde Neptün Ötesi Cisimlerini keşfettiler. Neptün Ötesi Cisim (NÖC), Güneş Sistemi’nde bulunup ortalama yörüngesi Neptün gezegeninin ortalama yörüngesinden daha büyük olan gök cisimlerine verilen isimdir. Bu keşif, astronomlar tarafından Güneş Sistemi’nin sınırında olduğu tahmin edilen Kuiper Kuşağı’nın varlığını kanıtlamış oldu.

Kuiper Kuşağı bölgesinde yapılan detaylı çalışmalar sonucunda yeni yüzyılın başlangıcında birçok keşif gerçekleştirildi. Mike Brown, Chad Trujillo, David Rabinowitz ve diğer astronomlarca sürdürülen çalışmalar sonucunda; Eris ve diğer Plütonumsu gezegenlerin keşfedilmesi bilim insanlarına “Gezegenleri gezegen yapan koşul nedir?” sorusunu sordurttu. Bu sorunun ana tema olarak alındığı “Great Planet Debate” adı verilen bir konferans sonucunda Uluslararası Gökbilim Federasyonu ilkeleri ve gezegenlerin belirlenmesi hakkında halihazırda var olan sözleşme değiştirildi. Evet, Plüton bu konferans sonrasında cüce gezegen kategorisine girdi.

Yapısı ve Bileşimi:

Otorite sahibi insanların inançlarını sorgulamanın, kendi düşüncelerinizi paylaşmanın şahsınız için çok tehlikeli olduğu dönemlerde inanılanın aksine Güneş, insanların onu fark etmesinin çok öncesinden beridir hep sistemin merkezindeydi. 4,5 milyar yıl kadar geçmişe gidersek eğer Güneş’in evrene gözünü açtığı anı yakalayabiliriz, bizler için her şeyin başladığı zamana. Bulunduğu bölgede kendinden daha büyük bir yıldızın ölmesi sonucu geride kalanlardan oluşan Güneş, yalnızlığı pek sevmemiş olsa gerek ki kendine milyarlarca yıl sürecek olan dostluklar edinmiş. Güneş, zaman içinde dostlarını zayıf noktalarından vurup zarar verse de dostları; milyonlarca yıldır yaptıkları şeye yani Güneş’in etrafında dönmeye devam etmişler. Güneş; dört kayasal gezegen (iç gezegenler), Mars ile Jüpiter arasında bulunan asteroid kuşağı, dört gaz devi (dış gezegenler) ve kendisinden 30 ila 50 astronomik birim (AU) uzaklıkta geniş bir alana yayılmış küçük yığınlar tarafından çevrelenmektedir. Dış gezegenlerinde ötesinde ise yıldızımızdan 100.000 AU uzaklıkta olan, sistemimizin yıldızlararası maddeye sınırı olan Oort Bulutu bulunmaktadır. (1 AU = 149.597.871 km).

Güneş, sistemin bilinen tüm ağırlığının %99,86 kadarını tek başına kaplıyor ve kütle çekim gücü; iç gezegenlerin, asteroid kuşaklarının, dış gezegenlerin ve daha da dışta bulunan yığınların tamamının uzaya savrulmasına engel oluyor. Sistemin kalan %0,14 ağırlığının %99 kadarı dört büyük gaz devi (Jüpiter ve Satürn ise o %99’luk kısmın %90’ını karşılıyor) tarafından doldurulurken, geride kalan %1 kadarlık ağırlık; dört kayasal gezegen, cüce gezegenler, uydular, asteroidler ve kuyruklu yıldızlar tarafından dolduruluyor.

Güneş ve gezegenlerin ölçeklendirilişi. Telif: Judy Schmidt, Björn Jónsson

Sistemde bulunan çoğu gezegenin kendine ait ikincil bir sistemi var. Uydular. Bunlardan bize en yakın olanı; fazlaca kabul gören bir görüşe göre Mars boyutundaki bir cismin Dünya ile çarpışması sonucu oluşmuş olan, bizleri meteorlardan koruyan, geceleri yıldızımızın yokluğunda bizlere ışık ve estetik bir görüntü sağlayan, bazı canlılara yön bulma konusunda yardımcı olan ve insanlık olarak en samimi olduğumuz uydumuz, Ay. İç Güneş Sistemi bölgesinde bulunan gezegenlerin (Merkür, Venüs, Dünya ve Mars) sahip olduğu uydu sayısı Dış Güneş Sistemi bölgesinde bulunan gezegenlere (Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün) göre oldukça azdır. Dış sistemde bulunan gaz devlerinin çok sayıda uydularının bulunmasının yanı sıra onlara ayrı bir güzellik katan halkaları da vardır. Bu halkalar, sayıları gerçekten çok fazla olan ve genişlikleri en fazla bir kilometre kadar olan küçük parçacıkların bir araya gelerek adeta bir bütün gibi davranmaları sonucu oluşmaktadır.

Sistemde bulunan neredeyse tüm maddelerin oluşmasında bir kaynak olarak rol almış Güneş’in %98 kadarı hidrojen ve helyum elementlerinden oluşmuştur. İç Güneş Sistemi içerisinde bulunan, kayasal gezegenler olarak da adlandırılan, gezegenler (artık biliyorsunuz) ise ağırlıklı olarak silikat, demir ve nikelden oluşmuştur. Mars ile Jüpiter arasında bulunan kuşaktan sonra gelen gaz devleri ise hidrojen, helyum, çeşitli gazlar, su, metan, amonyak, hidrojen sülfat ve buz halde bulunan karbondioksitten oluşmuştur. Güneş ile arasındaki mesafe oldukça fazla olan cisimler ise erime noktası çok düşük olan maddelerden oluşmuştur. Dev gezegenlerin (bazen buz devleri olarak da adlandırılabilen Uranüs ve Neptün) uyduları ve daha önce de bahsettiğimiz Neptün ötesinde bulunan devasa çokluktaki cisimler ise gezegen oluşumu sırasında Güneş’in yakınlarında barınamayacak olan buzlu cisimlerin bir araya gelmesi ile oluşmuştur.

Oluşumu ve Evrimi:

Güneş’in oluşumu; evren için sıradan ve basit, milyarlarca yıl sonra yine evrenin yardımıyla gözlerini açacak olan meraklı canlılar için mucizevi bir olay. Evrende ölümün kesinlikle bir son olmadığının, yıldızların ihtişamlı hayatlarının sona ermesinin sadece bir başlangıç olduğunun kanıtıdır Güneş’in oluşum süreci. Uzayda bulunduğumuz bölgede (Güneş Sistemi), henüz Güneş oluşmamış iken hacim olarak yıldızımızdan daha büyük başka bir yıldız yer alıyordu. O yıldız hayatının sonuna geldiğinde bir süpernova (büyük bir yıldızın enerjisi bitince gerçekleştirdiği patlama) gerçekleştirerek ardında kendinden kalan hidrojen, helyum ve o iki elemente oranla daha ağır yapıda olan diğer elementlerden oluşan büyükçe bir moleküler bulut bıraktı. Oluşan moleküler bulut, geniş bir merkezi çıkıntıya sahip olan dönen bir disk oluşturana kadar milyonlarca yıl süren bir çöküş yaşadı. Diskin dışında kalan kısım gezegenleri, merkez çıkıntı ise şimdilerde Güneş dediğimiz yıldızı oluşturacaktı. Merkez çıkıntı, sıcaklığı yükselene kadar (birkaç milyon derece) kendi ağırlığı altında çökmeye devam etti ve böylece döteryum atomları kaynaşmaya başladı ve sonucunda termonükleer enerji kütle çekimine karşı gelmeye başladı. Bu yaşananlar çöküş hızını biraz yavaşlattı fakat sonucunda hidrojen elementinin helyuma dönüştüğü füzyonu gerçekleştiren ikinci aşamaya geçilmesini sağladı ve böylece Güneş’in mevcut evriminin ilk safhası başlamış oldu. Güneş’in çekirdeğinde bu olaylar gerçekleşirken yüzeyi de öylece oturup olanları izlemedi, olaylar gerçekleşirken yüzey oldukça aktif bir haldeydi ve bu aktiflik sonucunda oluşan çok güçlü bir rüzgar gezegenlerin oluşumuna katılmayan tozları ve gazları dışarıya doğru süpürdü. Oluşan bu “T-Tauri rüzgarı” aynı zamanda iç gezegenlerin atmosferlerini de temizleyerek onları çıplak kaya haline getirdi. İç gezegenlerde volkanik olarak aktif olanlar atmosferlerini volkanik aktivite sonucu açığa çıkan gazlar ile yeniden tamamlayabildiler. Başından sonuna kadar, süpernova sonrası oluşan moleküler buluttan Güneş ve gezegenlerin oluşması yüz milyon yıl kadar sürdü ve emin olun kozmik zaman için bu süre hiç de uzun değil.

Merkür, Venüs, Dünya ve Mars’ın oluşum sürecinde kaynama noktaları çok yüksek olan metaller ve silikatlardan oluştukları için Güneş’in yakınında kalabildiler. Ve Güneş oluşmadan önce moleküler bulut oluşturarak ölen yıldızın içeriğinde az sayıda metalik elementler olduğundan iç gezegenler oldukları hacimlerinden daha fazla büyüyemediler. Buna karşın dev gezegenler olarak adlandırdığımız Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün buzlu bileşiklerin katı kalabilmesi için yeterince soğuk olan noktalarda oluştular. Onları oluşturan buzlu bileşikler ve gazlar, kayasal gezegenleri oluşturan metalik elementlerden daha çeşitli olduğu için dev olarak adlandırılmayı hak ediyorlar. Gezegen olmayı başaramayan çeşitli artıklar ise Asteroid Kuşağı, Kuiper Kuşağı ve Oort Bulutu çevresinde toplanmış durumdalar. O artıklar zaman zaman dev gezegenlerin kütle çekim oyunlarına kanıp Güneş’e doğru yöneliyorlar. Ve tam olarak o anlarda tarih boyunca insanları ürkütmeyi, sevindirmeyi ve düşündürmeyi başaran gök taşları; dev gezegenlerin onları yanıltmasıyla Güneş’in o devasa kütle çekimine boyun eğip, ona yaklaştıkları her an buz hallerinin giderek erimesi sonucu ardında bir kuyruk bırakarak bizlere görsel şölen hazırlıyorlar. Kuyruklu yıldızlar bizlere dev gezegenlerin, Güneş’in destansı kütle çekim gücünün, gök taşlarının ve büyüleyici evrenin küçük bir armağanı, oldukça nadir görülmeleri de onlara başka bir güzellik katıyor. (Zamanın artıkları olan kuyruklu yıldızlar hakkındaki yazım için tıklayın.)

Güneş Sistemi’nde bulunan kayasal gezegenlerin boyutlarının yaklaşık olarak karşılaştırılması. Soldan sağa doğru; Merkür, Venüs, Dünya ve Mars. Telif: Lunar and Planetary Institute

Güneş, var olan ihtişamını çekirdeğinde bulunan hidrojenin tamamını helyuma dönüştürene dek sürdürecektir. Bu demek oluyor ki, insanlık şu andan itibaren gezegenimize zarar vermeyi bırakırsa, onun yararına olan teknolojileri kullanırsa ve gezegenimizde önümüzde bulunan beş milyar yıl boyunca herhangi bir uzaysal ya da karasal tehdit yaşanmazsa bizler burada yaşamlarımızı beş milyar yıl kadar sürdürebileceğiz. Ütopyalar tam olarak bu yüzden asla “ulaşılamayacak olan, en iyisi” olarak tanımlanıyorlar. İnsanlık olarak bizler yüz binlerce yıl önce hayatta kalma güdüsüyle başladığımız serüvenimize; meraklı oluşumuzu, cesaretimizi, hatalarımızı, öğrenme yeteneğimizi ve zekamızı ekleyerek şu ana gelebildik. Bu açıdan bakıldığında gezegende yaşayan diğer canlılara göre oldukça başarılıyız ve bu yüzden onlar yerine insanlar gezegene hakim durumda. Fakat insanların bunca başarılı yanlarının dışında oldukça zayıf yönleri de var, kendi türlerinin sonunu getirmelerine neden olabilecek yönleri. İnsanlığın yarattığı ve ona zarar vermeye başlayan inanışlar, kurduğu başarısız ve onu yok eden düzen ve sistemler, insanlığın tarihindeki başarılı yönlerini artık tamamen gölgede bırakıyor. İnsanlık, içinde bulunduğu zaman diliminde o kadar çaresiz durumda ki şu anda yaşayabileceği tek gezegenin şu an için burası (Dünya) olduğunu umursamazca ona zarar vermeye devam ediyor. Tek düşündüğü şey daha fazla para kazanmak, siyasi yönden daha güçlü olmak ya da kendi çizdiği ülke sınırları içerisinde bulunan kara parçasını daha ileriye taşımak. Bunları yaparken insanlığın unuttuğu önemli bir nokta var; bu gezegen bir zamanlar fazlasıyla büyük tek bir kıta halinde idi. İnsanlığın geleceği; herhangi bir ülkenin kendi çatısı altındaki başarıları değildir, herhangi bir ideoloji ya da bilinmezlere karşı korku içinde sığındığı herhangi bir varlık da değildir. İnsanlığın geleceği, evrimin kendisine en büyük armağanı olan zekasını kullanmaktadır. Bizler günlük sorunlarımızla, gereksiz ideolojiler ile boğuşurken önemli gerçekleri unuttuk. Milyarlarca yıldır var olan bu gezegenin yine milyarlarca yıldır yaptığı gibi Güneş etrafında dönmesi için içerisinde sadece birkaç yüz bin yıldır var olan misafirlere ihtiyacı yok, tam aksine o misafirlerin hayatta kalma eylemlerine devam edebilmeleri için o gezegene ihtiyacı var. Bizler şu anda var olan hızda zarar vermeye devam edersek bu kırılgan gezegene, sonumuzun gelmesi için beş milyar yıl kadar beklememiz gerekmeyecek. Güneş, çekirdeğinde bulunan hidrojenin tamamını helyuma dönüştürdüğünde Dünya ve diğer gezegenler milyarlarca yıldır yaptığı şeye; Güneş’in etrafında dönme eylemlerine devam edecekler fakat küçük farklılıklar olacak. Dünya biraz daha Venüs gezegenine benzeyecek, içerisinde canlılığa dair pek bir şey kalmayacak. Burada başlayan burada bitecek.

Güneş, çekirdeğinde bulunan hidrojenini tamamen helyuma dönüştürdüğünde mevcut çapının yaklaşık olarak 260 katına kadar genişlemiş olacak. Bunun ardından artık yıldızımız kırmızı bir dev olacak, mevcut olan enerjisinden çok daha güçlü bir enerjiye sahip olan devimiz; Merkür ile Venüs gezegenlerini buharlaştıracak, yaşanabilir bölgeyi Mars yörüngesinin dışına kadar çekecek ve gezegenimizi kesin olarak yaşanılmaz hale sokacak. Sonrasında Güneş, çekirdeğinde bulunan helyumun füzyonu için yeterli sıcaklığa ulaştığında bir süreliğine helyum yakacak ve sonrasında nükleer reaksiyonları yavaş yavaş azalacak. Ömrünün sonlarına geldiğinde, dış katmanlarının tamamı uzaya karışacak ve geriye eski Güneş’in ağırlığının yarısına sahip olan ve boyut olarak ise Dünya kadar olan beyaz bir cüce yıldız bırakacak. Uzaya karışan dış katmanlar ise adeta bir tohum gibi; milyarlarca yıl önce kendi doğumunda kullanılan maddeler ve yenileri ile birlikte yıldızlararası ortama dönerek, başka bir gezegenimsi bulutsu oluşturacak.

İç Güneş Sistemi:

İç gezegenler; koca bir sistemin en mütevazı, kendilerine ve bizlere hayat veren yıldızımızın en yakın konukları. Atmosferden yoksun, gece ve gündüz döngüsü arasındaki sıcaklık farkı çok aşırı noktalarda olan Merkür, içerisinde adeta cehennemi yaşatan Venüs, barındırdığı hayat ile sistemin en kırılgan gezegenlerinden olan soluk mavi nokta ve yakın geçmişte kendisini oluşturduğumuz uzay araçları ile çokça rahatsız ettiğimiz Mars. Bu dört gezegen Güneş’in yakınlarında milyonlarca yıllık süreçte, kaynama noktası çok yüksek olan metalik elementler ve silikatların bir araya gelmesiyle oluştu. Gaz devlerinin aksine bu dört minik gezegen birbirlerine o kadar yakınlar ki, dördünün yörüngesinin tümünün yarıçapı Jüpiter ve Satürn’ün yörüngeleri arasındaki mesafeden daha düşük kalıyor. Bunun yanı sıra gaz devlerine göre daha yoğun bir halde olan iç gezegenlerden sadece Dünya ve Mars gezegenleri uyduya sahiptir (Ay, Phobos ve Deimos) ve ne yazık ki hiçbiri onlara estetiklik katacak olan halkalara sahip değildir. Kayasal gezegenler olarak da adlandırılabilen bu gezegenlerin kabuk ve manto kısımlarını silikatlar, çekirdek kısımlarını ise demir ve nikel oluşturmuştur.

MESSENGER isimli uzay aracı tarafından çekilen Merkür fotoğrafı. Telif: NASA

Merkür, manyetik alanı gezegenimizinkinin %1’i kadarı olan ve gün içinde yıldızımızın tüm ihtişamıyla bütün bir sisteme yaydığı ışınlarından gelen ısıyı yansıtmasına, ya da gece vaktinde gündüz aldığı ısıyı içerisinde tutmasına yarayan atmosfere sahip olmadığından; gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok yüksek olan bir gezegendir. Bütün bir sistemin neredeyse en yoğun gezegeni olan Merkür’ün hiç uydusu yoktur, Güneş ile olan ve bolca değişkenlik gösteren ilişkisine tek başına devam etmektedir.

Venüs. Telif: NASA

Venüs; aşk ve güzellik tanrıçası. Dışarıdan bakıldığında kendi de ismi gibi fazlasıyla alımlı olmasına rağmen gezegene biraz yaklaşıldığında Venüs’ün dışarıdakilere gösterdiğinin aksine oldukça tehlikeli bir yapıya sahip olduğu gerçeğini öğreniyoruz. Venüs, yıldızımıza olan uzaklık açısından ikinci sırada olmasına rağmen -Merkür gezegeninin bir atmosfere sahip olmayışının da etkisi var elbette- bütün sistemin en sıcak gezegenidir. Gezegenin bütün o ihtişamlı görüntüsünün altında adeta bir cehennem yatıyor. Dünya ile neredeyse aynı boyutlarda olan Venüs gezegeni kalın ve çok zehirli bir atmosfere sahip. Buna ek olarak gezegenin yüzeyinde sürekli olarak devam eden volkanik olaylar atmosferdeki karbondioksit seviyesini sürekli olarak arttırıyor. İçeriye giren ısı, atmosferdeki yoğun gazlar sebebiyle dışarıya çıkamadan soğuruluyor ve gezegende sera etkisi yaratıyor. Atmosferinin %96 kadarının karbondioksit, kalan kısmının ise azot ve diğer gazlardan oluşması ve atmosferde bulunan yoğun bulutların içeriğinde sülfürik asit, aşındırıcı bileşikler ve az miktarda su bulunması; o ortamda -bizim aşina olduğumuz türde- canlıların yaşamasına izin vermiyor. Basınç miktarı da oldukça fazla olduğundan buraya indirmeyi başardığımız uzay araçları belirli bir süre sonra büzülüp, sıcaklığın etkisiyle de erimektedir. Venüs, şu an için kendi gezegenimizin uzak geleceğinin bir hali olarak örnek gösterilebilir. Eğer ki bizler hali hazırda yapıldığı gibi büyük bir hızla devam eden karbon salınımını durdurmaz isek atmosferdeki zararlı gazların çoğalması durumu kaçınılmaz olacaktır. Gazların çoğalması durumunda gelen ısının o gazlar tarafından tutulması ise kırılgan gezegenimizde de bir sera etkisi yaratacak ve gezegende oksijene ihtiyaç duyan bütün canlılar için acı bir son yaşanacak.

Soluk mavi nokta. Telif: NASA

Soluk mavi nokta, dört kayasal gezegenden yaşam için gerekli olan sıvı suyu barındıran tek gezegen. Bizleri uzayın zararlı radyasyonundan ve Güneş’in zararlı ışınlarından koruyan atmosfere sahip. Diğer kayasal gezegenler gibi gezegenimiz de kayalık bir yüzeye, dağlara, kanyonlara ve metal bir çekirdeğe sahiptir. Carl Sagan bu gezegen için yaptığı bir konuşmada, “Sevdiğimiz, tanıdığımız, adını duyduğumuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes o nokta üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kaderimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çitçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kaşif, ahlak hocası, yobaz siyasetçi, her süperstar, her “yüce önder”, her aziz ve günahkar onun üzerinde – bir gün ışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde. (…) Böbürlenmelerimiz, kendimize atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu düşüncemiz; bütün bunların hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek kimse yok.” diyor. Carl Sagan’ın isteği üzerine 1999 yılında Voyager 1 isimli uzay aracının Güneş Sistemi’nden çıkmadan önce kameralarının son kez gezegenimize çevrilmesi üzerine çekilen fotoğrafın yine kendisi tarafından yorumlaması idi okuduğunuz o metin. Benim ve çok fazla insanın uzaya ve bilime merak salmasını sağlayan bir konuşma idi o. Gezegenimiz, ona ve gelecek nesillere katkı sağlayan, son derece kritik fikirler aşılayan birçok önemli insana ev sahipliği yaptı. Carl Sagan ise onlardan biri. Düşünceleri, arzuları, bilim ve onu yayma konusunda gösterdiği çaba ve isteği bizlere çok iyi bir örnek. Bizler o ve onun gibi insanların ardında bıraktığı mirası alıp geleceğe taşımalıyız, taşımalıyız ki insanlığın sahip ve muhtaç olduğu tek şey olan kırılgan gezegenimizin değeri daha çok anlaşılsın. O miras nesilden nesle aktarılmalı ki; var olan ideolojilerin, savaşların, inanışların her birinin işe yaradığı tek şeyin sadece kendi kendimizi yok etmek olduğu akıllara kazınsın. Dünya, üzerinde bulunan misafirlerinin tek yuvası; kirli zihinlerin oyunlarıyla onu kaybetmek demek bir ideolojinin çökmesi, bir savaşın kaybedilmesi, bir ülkenin diğerlerine göre daha geride kalması ya da birkaç insanın daha az para kazanması demek değil; bilinen tüm hayatın sonlanması demek. Daha önce de söylediğim gibi, gezegenimizin milyarlarca yıldır yaptığı şeye devam edebilmesi için içinde yüz binlerce yıldır yaşayan canlılara ihtiyacı yok. O canlıların hayatlarını sürdürebilmeleri için gezegenimize ihtiyacı var.

Mars. Telif: NASA

Mars, kızıl gezegen. Şimdilerde insanlığın koloni kurmayı düşündüğü, gizemli bir geçmişe sahip gezegen. Kırmızı rengini yüzeyini oluşturan, demir bakımından oldukça zengin olan materyallerin oksitlenmesi sonucu alır. Fazla ışık kirliliği olmayan açık bir gecede eğer ki pozisyonu uygunsa onu kırmızı renkte görebilirsiniz, oldukça estetik bir görüntüsü vardır. Dünya ile kıyaslandığında biraz fazla küçük kalan Mars; dört bin kilometre uzunluğunda ve yedi kilometre derinliğinde dev bir kanyona ve 21 bin 229 metreye kadar yükselen bütün sistemin en büyük dağına sahiptir. Yüzeyinin çoğu kısmı eski ve kraterle ile doludur, bunların yanında henüz yeni oluşmuş bölgeleri de bünyesinde barındırır. Kutuplarında bulunan buzullar bahar ve yaz mevsimlerinde küçülür. Mars, gezegenimize göre daha az yoğundur ve daha küçük manyetik alan sahiptir. Daha küçük manyetik alana sahip olması da Mars’ın sıvı bir çekirdekten ziyade katı bir çekirdeğe sahip olduğunun göstergesidir. Zayıf olan manyetik alanı şu anda olduğu halin bir sebebi olarak görülebiliyor, Güneş tarafından yollanan zararlı ışınları yeteri kadar dışarı doğru savuramıyor. Gök bilimciler Mars’ın ince atmosfere sahip olmasından yola çıkarak orada bulunabilecek olan suyun sıvı formda olabileceğine, ancak bu zamana dek yavaşça uzaya buharlaştığına inanıyorlar. Mars, iç gezegenler arasından uyduya sahip olan ikinci gezegendir (ilki Dünya), uydularının adı; Phobos ve Deimos.

Dış Güneş Sistemi:

Ölen bir yıldızın ardında bıraktığı buzlu bileşiklerden ve gazlardan olabildiğine faydalanıp gittikçe devleşen dış gezegenler. İçerisine birkaç Dünya’yı sığdırabilecek boyutta olan ve yüzyıllardır devam eden bir fırtınaya ev sahipliği yapan en büyük gezegenimiz; Jüpiter, görenleri kendisine aşık ettirici güzelliğe sahip Satürn, sistemin aykırı üyesi Uranüs ve sistemin en son gezegeni olan Neptün. Dört gaz devi. Dış gezegenler, isimlerinin haklarını verir derecede büyükler (bunun için kendilerine öldüğünde biraz bonkör davranan yıldıza teşekkür etmeliler). Gazlar ile sarmalanmış dış gezegenlerininin her bir üyesinin -her ne kadar sadece Satürn’ü bilsek de- halkaları ve iç gezegenlere kıyasla çok fazla sayıda uydusu vardır. Oldukça büyük olmalarına rağmen yalnızca iki tanesi ışık kirliliğinin pek güçlü olmadığı bölgelerde gözle görülür seviyededir: Jüpiter ve Satürn. Keşfedilmek için biraz bekleyen Uranüs ve Neptün ise fark edildikten sonra astronomlara sistemin aslında düşünülenden çok daha büyük olabileceğini kanıtladı ve sonraları daha dışa dönük araştırmalar yapıldı.

Güneş Sisteminin gaz devleri. Soldan sağa doğru; Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün. Telif: Lunar and Planetary Institude

Sistemin en büyüğü, Jüpiter. Kendi etrafındaki dönüşünü on saatte, Güneş çevresindeki dönüşünü ise on yıl içerisinde tamamlayan Jüpiter; hidrojen ve helyumdan oluşmuştur. Tahminlere göre Dünya boyutunda bir çekirdeğe sahiptir. Bu dev gezegen; onlarca uyduya, solgun halkalara ve dört yüz yıldan beridir devam eden bir fırtınanın sebep olduğu kırmızı bir lekeye sahiptir.

Sistemin en güzeli, Satürn. Tahmin edebileceğiniz üzere, onu fazlasıyla güzelleştiren halka sistemiyle tanınmaktadır. Milyonlarca küçük parçanın muazzam bir birliktelik göstererek oluşturduğu, gezegeni çevreleyen halkanın yedi farklı ayrımı ve boşluğu vardır. Bu halkanın nasıl oluştuğu hala bir araştırma konusudur. Satürn gezegeninin de Jüpiter gibi çok sayıda uydusu vardır. Atmosferi çoğunlukla hidrojen ve helyumdan oluşmuştur. Satürn, kendi etrafındaki dönüşünü 10,7 saatte, Güneş etrafındaki dönüşünü ise 29 yıl içerisinde tamamlar.

Aykırı üye, Uranüs. Uranüs’ün kendisini diğer gezegenlerden ayıran eşsiz bir özelliği vardır; eksen eğikliğinin yaklaşık olarak 98° olması (Bu konu hakkında sitemizde mevcut bir yazı var.). Bu durum onun neredeyse yana yatık bir biçimde kendi etrafında dönmesini sağlamaktadır. Yazıda da bahsedildiği gibi bu durumu açıklamak için ortaya atılan teoriler mevcut fakat hala ikna edici değiller. Tek bildiğimiz şey; 1781 yılında William Herschel tarafından keşfedilen Uranüs diğerleri gibi değil. Gezegenin kendi etrafındaki dönüşü 17 saatte, Güneş etrafındaki dönüşü ise 84 yılda gerçekleşiyor. İçerisinde bulunan kayaç çekirdeği; helyum, metan, amonyak, hidrojen ve su kaplamaktadır. Uranüs de diğer gaz devleri gibi birden fazla uyduya ve bir halka sistemine sahiptir.

En uzak ve son gezegen, Neptün. Göz ile görülmeyişi onun keşfinin biraz (fazla) gecikmesine neden olmuştur. İçeriğinde; su, amonyak, metan, hidrojen ve helyum vardır ve Dünya ile aynı boyutta olan bir çekirdeğe sahiptir. Diğer gaz devleri gibi Neptün gezegeninin de birden fazla uydusu ve halkalı sistemi vardır. Voyager 2 isimli uzay aracı, Güneş Sistemi’nden çıkmadan önce 1989 yılında Uranüs ve Neptün gezegenlerini gözlemleyebilen ilk uzay aracı olmuştur.

Güneş Sistemi’nde bulunan uydular. Telif: NASA

Neptün Ötesi Bölgesi:

Sistemin son gezegeni olan Neptün’ün ötesine hakim olan, ağırlığını koyabilen bir gezegen yoktur. Neptün geçildiğinde artık gezegenlerin değil de, Kuiper Kuşağı olarak adlandırılan bölgede bulunan; çapı yüz kilometre kadar olan binlerce cismin hüküm sürdüğü bölgeye erişirsiniz. Cüce gezegenler, gezegen oluşumu sürecine katılamayanlar, artıklar. O cisimlerin boyutlarının küçük olması ve gezegenimize oldukça uzak olmaları kimyasal içeriklerinin belirlenmesini oldukça güçlendirmesine rağmen bölgenin keşfinden beridir sürdürülen spektrografik çalışmaları neticesinde bazı bilgiler edinebildik. Elde edilen bilgiler doğrultusunda, o bölgedeki cisimlerin genelinin metan gibi hafif hidrokarbonlardan, amonyak ve buz halindeki suyun bir arada olduğu halden oluştuğunu biliyoruz.

Cüce gezegen Plüton dışında bu bölgenin adının anılmasını sağlayan birkaç cisim daha var. Bunlar; Quaoar, Makemake, Haumea, Orcus ve Eris. Bahsedilen cüce gezegenlerin her biri buzlu içerikler ile kaplı ve bazılarının uydusu bile var. Kuiper Kuşağı içerisinde bulunan cisimlerin uzaklığı gerçekten korkutucu boyutta fakat yeteri kadar sabırlı olursak o bölgeyi daha yakından tanımamıza engel olabilecek pek bir şey yok.

Oort Bulutu ve Uzak Bölgeler:

Oort Bulutu, yıldızımızdan 2.000 ila 5.000 AU (0,03 ışık yılı ila 0,08 ışık yılı) uzaklıkta başlayıp 50.000 AU boyunca uzanır. Bazı tahminler bu bölgenin en dış sınırlarının 100 bin ila 200 bin AU (1,58 ila 3,16 ışık yılı) uzaklığa kadar gittiğini söyler. Bulutun dış kısmı küresel, iç kısmı ise disk şeklindedir. Dış Oort Bulutu bölgesi, çapı bir kilometreyi geçen trilyonlarca nesneye ve aynı zamanda çapı 20 kilometreye kadar ulaşan milyarlarca nesneye ev sahipliği yapar. Şu an için bu bölgenin ağırlığını net olarak hesaplayamasak da, Halley kuyruklu yıldızının Oort Bulutu bölgesinde bulunan cisimleri temsil edecek nitelikte bir cisim olduğunu var sayarak ortaya bir şeyler çıkarabiliyoruz. Geçmiş kuyruklu yıldızlardan yapılan analizlere göre su, metan, etan, karbon monoksit, hidrojen siyanür ve amonyak gibi buzsu uçuculardan oluşan Oort Bulutu cisimleri; dışarıdan sistemimizi ziyaret edecek olanların ilk durağı, yalnızlığımızı paylaşma arzusuyla evrene gönderdiğimiz uzay araçlarının sistemimizden çıkmadan önceki son durağıdır.

Güneş Sistemi. Telif: NASA

Son Sözler:

Sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz, benliğimiz, hislerimiz, duygularımız, hayallerimiz, rüyalarımız, unutamadıklarımız, sahip olduklarımız ve olamadıklarımız, dileklerimiz, arzularımız ve umutlarımız; kısaca var oluşumuz, epey uzak bir geçmişte yaşam döngüsünün son anlarına gelen bir yıldızın ölmesi ve başka bir yıldızın yeni bir döngüye başlayabilmesi için ardında bıraktıklarıyla meydana geldi. Evrenin bize armağanı olan benliğimizle bizler kozmosu izledik ve  hakkında çeşitli efsaneler oluşturduk. Henüz ona dair bir şeyleri öğrenmeye çok uzak olduğumuz zamanlarda kozmos ve onun parçası olan büyüleyici cisimler bizler için kimi zaman bolluk kimi zaman ise felaket habercisi oldu. Merakımızın korkumuzu yendiği zaman geldiğinde ise bizler evrene karşı duyduğumuz o şiddetli merakı giderecek gelişmeler sonucunda onu keşfetmeye koyulduk. Evrende bulabildiklerimiz ve bulmayı umduklarımız bizleri şaşırttı ve her daim bir adım daha ileriye gitmemiz için bizleri adeta büyüledi. Bugün bizler, geliştirdiğimiz yüksek teknoloji sayesinde ürettiğimiz daha kapsamlı uzay araçlarıyla evreni daha iyi anlayabiliyoruz. İnsan olmanın bize vadettiği en önemli güdü olan merak ve keşfetme güdüsü bizlerin içinde yaşadıkça ve yıldızımız yaşam döngüsünü tamamlayıncaya dek -hatta belki tamamladıktan sonra bile- , evrene olan merakımız ve onu araştırmaya yönelik şiddetli arzumuz devam edecek. Ve inanıyorum ki, bir gün insanlık kendi türüne son verecek olan kötü fikirlerinden arındığında, kozmosu anlaması için önünde herhangi bir engel kalmayacak.

Yaşadığımız gezegen, yaşadığımız hayatlar ve insan olabilmek fazlasıyla güzel. Bizler, küçük gezegenimizde kendi küçük yaşam döngümüzü kozmos için pek de uzun olmayan bir zaman diliminde tamamlayan canlılarız. O uzun olmayan zaman dilimine sığdırdıklarımız yaşam döngümüzün ne denli etkili olduğunu belirliyor. Kararlarımızın ve eylemlerimizin sonuçları bir şekilde başka birilerinin hayatını etkileyebiliyor. Ben ise bu yazıyı yazarak başka insanların da kendi geleceğine ilgi duymasını sağlayabilmeyi umdum. Bu nedenle yazıyı buraya kadar okuyanlara tüm kalbimle teşekkürlerimi iletiyorum. Umuyorum ki bu yazıyı okumak için ayırdığınız vakte değmiştir.

Son olarak sizlere bu yazının hazırlanma aşamasında bana yardımcı olan bir şarkıyı iletmek istiyorum. Kendi yaşam döngünüzü gurur duyacağınız, mantıklı kararlar ile doldurmanız umuduyla, iyi dinlemeler.

Galileo örneği için kaynak: Vikipedi

Güneş oluşum evresi için kaynak: NASA

Yazı içinde kullanılan detaylı bilgiler ve ileri okuma için kaynak: Universe Today 

Yazan: Doğuş Kaçmaz