Ali bin Rıdvan 11. yüzyılda Mısır’da yaşamış olan, döneminin en ünlü astronomlarından biridir. Fizik, astronomi, astroloji ve tıp alanında çalışmış olan biliminsanı, SN 1006’ya dair tuttuğu kayıtlarla ünlüdür. 1006 yılında patladığında, Mısır ve Çin başta olmak üzere Dünya’nın bir çok bölgesinde kayıt edilmiş olan süpernova 7.200 ışık yılı uzaklıkta bulunmasına rağmen o kadar çok parlamıştır ki, 30 Nisan ve 1 Mayıs 1006 tarihlerinde gece ve gündüz gökyüzünde oldukça parlak bir gök cismi olarak gözlemlenmiştir.
SN 1006 süpernovası
Kurt (Lupus) takımyıldızı doğrultusunda gözlemlenmiş olan süpernova yaklaşık -7.5 kadir görünür parlaklığa sahip olmuştur, yani insanlık tarihinde kaydedilmiş olan en parlak gök olayıdır. Bu noktada, astronomide parlaklığın birimi olarak kullanılan kadirin negatif(-) değerlere gittikçe parlaklığın artmasıyla değiştiğini bilmemiz gerekiyor. Dünya’dan Ay’ın ortalama -13 kadir ve Güneş’in -27 kadir olarak göründüğünü düşünecek olursak; o ana kadar oldukça sönük ve sıradan olan bir yıldızın, ani bir patlamayla böyle bir parlaklığa erişmesi oldukça alışılmadık bir durum. Ali bin Rıdvan Batlamyus‘un Tetrabiblos adlı eserine yaptığı tefsirde güney tarafında olduğunu not ettiği bu patlamanın, boyutu Venüs’ünkinin 2.5-3 katı kadar olan dairesel bir cisim olduğunu ve parlaklığının Ay’ın çeyreği kadar (ya da biraz daha fazla) olduğunu ve bu yüzden gündüz bile oldukça net bir şekilde görülebildiğini belirtiyor.
SN 1006’ya dair yaptığı gözlemlerin haricinde, zodyak kuşağındaki 12 burçtan geçen kuyruklu yıldızların astrolojik yorumlarıyla ilgili bir çalışması da bulunmaktadır. Yurt dışında Haly Abedrudian olarak da tanınan biliminsanının, tümevarım alanında yaptığı çalışmalarla bu konuya katkı sağladığı düşünülmektedir. Amerikalı ünlü bilim tarihçisi Alistair Cameron Crombie’ye göre, indüksiyon fikrinin geliştirilmesinde de payı vardır.
Bunlara ek olarak, Mısır’ın çok sağlıksız bir yer olduğunu ve havanın (diğer çevresel unsurlarla beraber) bir toplumun sağlığı için en önemli faktör olduğunu savunan düşünen İbn-i Cemaz’a hitaben, Mısır’daki bedensel engellerin önlenmesi ve tedavisi üzerine bir tez yazmıştır.
12 Nisan 1961’de insanoğlu atmosferi aşıp uzaya ulaşır. Vostok 1 uzay aracı ile Dünya’nın etrafında yörüngesini tamamlayan Yuri Gagarin ile insanoğlu için uzay çağı başlar. O gün bugündür her 12 Nisan’da insanlığın uzaya ilk adımını atışı, ‘Yuri’s Night’ adıyla kutlanmaya başlar. Yuri’s Night artık dünyanın her yerinde kutlanan bir şenlik haline gelir. Gelin 12 Nisan’da siz de bize katılın ve insanlığın uzaya çıkışını birlikte kutlayalım.
PROGRAM:
19.30 – Yuri Gagarin ve Uzay Yarışı 20.00 – Yeni Başlayanlar Için Evren Belgesel Gösterimi 21.00-23.30 Müzik, Dans, Gözlem(Fizik Çimleri)
Bir de sürprizimiz var. Uzay temalı kostümleri ile gelen yıldız tozları arasında ödüllü yarışmamız bulunmaktadır.
Paul Adrien Maurice Dirac geçmiş yüzyılın en göze çarpan fizikçi ve matematikçilerinden biridir. Paul Dirac antimaddenin varlığını öngören meşhur Dirac denklemi sayesinde 1933 yılında Nobel Ödülü’nü Erwin Schrödinger ile paylaşmıştır. Paul Dirac, Bristol Üniversitesi’nde elektrik mühendisliğinden 1921 yılında mezun olduktan sonra, yine Bristol Üniversitesi’nde 2 sene matematik alanında çalıştı. Matematik çalışmasının ardından Cambridge’te St. John’s Koleji’nde araştırmacı olarak çalışmaya başladı ve 1926 yılında doktorasını tamamladı. Ertesi sene orada akademik üye olarak çalışmaya başladı ve 1932’de Cambridge’te matematik profesörü ünvanını aldı. Paul Dirac’ı Nobel Ödülü’ne götüren asıl çalışması Albert Einstein’ın 1915’te yayımladığı genel görelilik teorisiyle, elektronların enerji seviyelerini açıklayan kuantum teorilerini 1928’de birleştirerek rölativistik (ışık hızına yakın) bir hızda hareket eden elektronların davranışını açıklaması olmuştur.
Denklem ne kadar güzel olsa da, sanki denklemin bir sorunu varmış gibi görünüyordu, çünkü denklemin iki sonucu vardı. Bir sonuç negatif yüklü bir elektron içindi, diğer sonuçsa çok ilginç bir şekilde pozitif yüklü bir “elektron” içindi. Denklem negatif enerjili elektronların da olabileceğini gösterse de, klasik fizik bir parçacığın enerjisinin pozitif olmasını zorunlu kılıyordu. Dirac denklemi, var olan her parçacığa karşılık gelen ve her özelliğinin aynı, fakat sadece zıt yükünde bir parçacık daha olması gerektiğini gösteriyordu. Bu maddeler antimadde olarak tanımlandı. Yani her bir elektron için, her yönüyle aynı ama pozitif yüklü bir “antielektron” olmalıydı.
Carl Anderson
1932 yılında Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde genç bir profesör olan Carl Anderson, bir bulut odasında kozmik parçacık yağmurlarını çalışırken “pozitif yüklü ve bir elektronla aynı kütleye sahip bir şey” tarafından bırakılmış bazı izler gördü. Neredeyse bir yıllık gözlemlerden sonra bu izlerin antielektronlara ait olduğuna karar verdi. Her biri bir elektronla beraber, bulut odasındaki kozmik ışınların çarpışmalarından oluşmuştu. Carl Anderson antielektrona “pozitron” adını verdi. Bu keşif kısa bir süre sonra, 1934 yılında Guiseppe Occhialini ve Patrick Blockett tarafından da onaylandı. Anderson, pozitronun keşfi sayesinde 1936 yılında Victor Hass ile Nobel Ödülü’nü paylaştı. Fizikçilerin aradığı bir sonraki parçacık daha ağır bir parçacık olan antiprotondu ve bir 22 yıl boyunca daha keşfedilemeyecekti.
Ernest Lawrence
1954 yılında Ernest Lawrence, Bevatron adında bir proton hızlandırıcısının inşasını idare etti. Cihazın adı o zamanlar kullanılan “milyar elektronvolt”un simgesi “BeV”den geliyordu. Bevatron, protonları 6,2 BeV’de (şu anki simgesiyle GeV), yani antiproton üretmek için öngörülen enerjide çarpıştırmak için tasarlanmıştı. “1 Nisan 1954’te manyetik alanda 6 BeV’e denk gelen zayıf bir atım elde edildi. Şiddeti, içerideki nükleer emisyonda oluşan izlerin sayılmasıyla ölçülebildi. Şiddet, akım başına 104 ile 106 protondu,” diyor Edward Lofgren. Bevatron artık çalışıyordu!
1955 yılında Bevatron’daki bir grup tarafından yazılan “Antiprotonların Gözlemi” isimli bir yazıda yeni bir parçacığın keşfinden bahsediliyordu: Her yönüyle protonla birebir aynı, fakat yükü negatifti. Hemen bir sene sonra, 1956’da Bevatron’da çalışan ikinci bir takım da antinötronun keşfini açıklayan bir makale yayınladı.
1995 yılında, Walter Oelert tarafından yönetilen bir takim CERN’de antihidrojen atomlarını yaratmayı başardı. Antiprotonlar ve ksenon atomlarının çarpıştırılmasıyla 3 haftalık bir süre içerinde 9 tane antihidrojen atomu üretildi. Her biri yaklaşık saniyenin kırk milyarda biri kadar varlığını sürdürdü. Neredeyse ışık hızında hareket eden bu atomlar 10 metrelik bir yol katettikten sonra normal madde ile çarpışarak yok oldu. Bu yok olma iyi bir şeydi çünkü antiatomların oluştuğunu gösteriyordu.
Antimadde ile ilgili en kafa karıştırıcı sorulardan biri ise evrende neden maddenin antimaddeden daha fazla olduğu. CERN’de yapılan deneylerde, bir tılsımlı kuark ve bir yukarı veya aşağı antikuarktan oluşan D-mezonların, normal bir parçacık ile bir antiparçacık arasında sürekli salınım yaptığı gözlemlendi. Bu olay daha önce K-mezonlarda ve B-mezonlarda da gözlenmişti. Ancak bazı durumlarda bu salınım olayı, mezonun antimezona dönüşmesi ve bunun tersi farklı oranlarda oluyordu. 1960’larda yapılan deneyler K-mezonun antiparçacıktan normal parçacığa geçmesinin daha olası olduğunu ve 2010 yılında Fermilab’de yapılan bazı gözlemler ise bunun B-mezonlar için de doğru olabileceğini gösterdi. Bunlar yük-parite ihlali (Fizik yasalarının madde ve antimadde için simetrik olması prensibinin istisnası) olarak bilinen bir olayın örnekleri. Bu ihlal evrenimizin neden maddeden oluştuğunu açıklamakta belki bize birazcık yardımcı olabilir. Fizik son yüzyılda ne kadar hızlı bir gelişim göstermiş olsa da hala bilmediğimiz birçok şey ve antimadde konusunda aydınlatılmayı bekleyen sorularımız var. Bunların en azından bir kısmını açıklayabilmek ise geleceğin fizikçilerine düşüyor.
Gökyüzüne baktıktan sonra, zihninize kazıdığınız görüntüleri istediğiniz gibi kaydedemiyor musunuz? İşte bu görüntüleri hayal ettiğiniz şekilde kaydedebilmek için bazı ekipmanlara ve birtakım teknik bilgilere ihtiyacınız var. Bu ekipmanları ve teknik bilgileri sizlere öğretmek için 6 Nisan 2017 günü saat 18.00’da Cavid Erginsoy Seminer Salonu’nda yapacağımız “Astrofotoğrafçılık Atölyesi” ne tüm gökyüzü severleri bekliyoruz. Etkinliğimiz kısaca fotoğrafçılığa giriş ile başlayacaktır; daha sonra ise astrofotoğrafçılık tekniği ve uygulama yöntemleri ile devam edecektir. Eğer hava koşulları elverişli olursa Fizik Bölümü’nün çatısında astrofotoğraf çekimleri yapmayı planlıyoruz. Gökyüzünüz açık olsun.
Umarız ki böyle umut verici bir haberi sizlere gerçekten vereceğimiz günler gelir, fakat ne yazık ki o zaman şu an değil. O vakte kadar bizlere de umudumuzu yitirmemek, e biraz da eğlenmek düşüyor.
Uluslararası bir astronomi ekibi, bilinen en yüksek kütleli ve en saf bileşimli kahverengi cüceyi (nükleer füzyon için çok küçük kütleli bir yıldız) keşfettiklerini açıkladı. SDSS J0104+1535 adıyla bilinen bu gök cismi, galaksimizin en dış bölgesine uzanan halelerden birinin içinde yer almaktadır. Bilim insanları bu keşfi “Monthly Notices of the Royal Astronomical Society” isimli dergide yayımladı.
Kahverengi cüceler, yakıtını kullanan yıldızlar ile onların etrafında dönen gezegenlerin ortasında bir boyuttadır. Hidrojeni helyuma dönüştüren nükleer füzyon için çok küçük boyuttadırlar ancak gezegenlerin bir çoğundan da yüksek bir kütleye sahiptirler. Dünya gezegeninden 750 ışık yılı uzaklıkta, Balık Takımyıldızı’nda bulunan SDSS J0104+1535, Güneş’ten 250 kat daha saf bir gaz yapısına sahiptir ve bünyesinde 99.99% hidrojen ve helyum gazı barındırır. Tahmini olarak 10 milyar yıl önce oluştuğu düşünülmektedir. Ayrıca ölçümler göstermektedir ki bu kahverengi cüce yaklaşık olarak Jüpiter’in 90 katı bir kütleye sahiptir. Bu da SDSS J0104+1535‘i bilinen en yüksek kütleli kahverengi cüce yapar. Daha önceden kahverengi cücelerin ilkel gazlardan oluştuğu bilinmiyordu ve bu keşif bize galaksimizin antik geçmişinden gelen bir sürü ”saf” kahverengi cüce olabileceğini gösterdi.
Bu ekibin başında olan, Kanarya Adaları’ndaki Institute of Astrophysics’den Dr.ZengHua Zhang:
”Bu kadar saf içeriğe sahip bir kahverengi cüce görmeyi beklemiyorduk. Bu keşif bizlere daha keşfedilmemiş bir çok şeyin olabileceğini gösteriyor. Dışarıda buna benzer keşfedilmeyi bekleyen gök cisimleri yoksa, bu beni çok şaşırtacaktır.”
SDSS J0104+1535, optik ve yakın-kızılötesi spektrumu yardımıyla L tipi bir ultra-kahverengi cüce olarak sınıflandırıldı. Bu ölçüm Avrupa Güney Gözlemevi’nin Çok Büyük Teleskop’u (European Southern Observatory’s Very Large Telescope) yardımıyla yapıldı. Bu sınıflandırma, yakın zamanda Dr. ZengHua Zhang’in yayımlanan şeması üzerine kuruludur.
Orjinal Makale Kaynağı: Z. H. Zhang et al. Primeval very low-mass stars and brown dwarfs – II. The most metal-poor substellar object, Monthly Notices of the Royal Astronomical Society (2017). DOI: 10.1093/mnras/stx350
Bu yıldız şu ana kadar gördüğümüz yıldızlardan kara deliğe en yakın olanı. Astronomların keşfettiği bu yeni yıldız devasa bir kara deliğin etrafında, Dünya’nın Ay’a olan uzaklığının 2.5 katı uzaklıkta dönüyor. Kara deliğin etrafında bir turunu tamamlaması sadece yarım saat sürüyor. Ay’ın görece küçük Dünya’mız etrafındaki bir turunu 3,683 km/saat hızda 28 günde tamamladığını göz önüne aldığımız zaman yıldızın akıl almaz bir hızda hareket ettiği ortaya çıkıyor.
Bir astronom takımı, teleskoplarla yapılan derin uzay gözlemlerinden elde edilen verileri kullanarak 47 Tuc X9 adı verilen ve bizden 14,800 ışık yılı uzaklıkta bulunan bir yıldız kümesinin içinde olan ikili yıldız sisteminden yayılan X ışınlarını ölçtüler. Yıldız çifti astronomlar için yeni değildi; bu yıldız çifti 1989 yılından beri biliniyordu fakat orada tam olarak neler olduğu daha yeni açıklık kazanmak üzereydi. Araştırmacı Arash Bahramian bu konu hakkında şunu belirtiyor: “ Çok uzun bir süredir X9’un düşük kütleli, Güneş’e benzeyen bir yıldızdan madde çeken bir beyaz cüce olduğu düşünülmüştü.” Bir beyaz cüce başka bir yıldızdan madde çektiği zaman bu sistem “kataklizmik değişen yıldızlar” olarak adlandırılır ama 2015 yılında bunlardan birinin kara delik olduğunun bulunması bu sistemin kataklizmik değişen yıldızlar sistemi olma hipotezine ciddi bir kuşku düşürdü. NASA’nın Chandra Teleskobu’ndan gelen veriler ikili sistemin arasında büyük miktarda oksijenin bulunduğunu açıkça gösterdi ve bu durum genellikle beyaz cücelerle ilişkilendiriliyordu ama beyaz cücenin başka bir yıldızdan madde çekmesi yerine, görülen o ki kara delik bir beyaz cüceden madde çekiyordu.
Beyaz cüceler genellikle bir yıldızın kalıntısı olan, yoğunluğu çok yüksek -Güneş’in kütlesinde ve sadece Dünya’mızın boyutunda olan bir cisim gibi- gök cisimleridir, yani beyaz cücelerin yüzeyinden madde çekmek güçlü bir kütle çekim kuvveti gerektirir. Curtin Üniversitesi’nde ve Uluslararası Radyo Astronomi Araştırma Merkezi’nde çalışan araştırmacı James Miller-Jones, yıldızın on milyonlarca yıldır kütlesinin büyük bir kısmını kara deliğe kaptırdığını ve şimdi geriye kütlesinden çok bir şey kalmadığını düşündüklerini belirtti. Gerçekten heyecan verici olan bu haberin, X ışını yoğunluğundaki değişimlerin beyaz cücenin yörüngesini 28 dakikada tamamlaması gerektiğini göstermesiyle bu beyaz cüceyi şimdiye kadar bilinen en hızlı kataklizmik yıldız yaptı. Miller-Jones aynı zamanda bu keşiften önce buna benzer herhangi bir kara deliğin ve bu kara deliğe en yakın yıldızın MAXI J1659-152 olarak bilinen bir sistem olduğunu ve yıldızın yörüngesini 2-4 saatte tamamladığını bildiklerini belirtti. Eğer benzer kara deliklerin her iki sistemde de benzer kütleleri varsa bu X9’da bulunandan fiziksel olarak 3 kat büyük bir yörüngeyi gösterir. Sonuç olarak X9’daki iki cisim arasındaki uzaklık yaklaşık 1 milyon kilometre ve Dünya’yla Ay arasındaki uzaklığın yaklaşık 2.5 katı. Sayıları kullanırsak yıldızın bu 6.3 milyon kilometrelik yörüngeyi yarım saatte dolaşması bize 12,600,000 km/saat’lik bir hız veriyor ki bu da ışık hızının yüzde biri kadar.
Sydney Üniversitesi’nden Geraint Lewis, The Sydney Morning Herald’dan Marcus Strom’a şöyle bir açıklamada bulundu: “Bu ender kara delikleri keşfetmek çok önemli çünkü onlar sadece devasa yıldızların süpernova patlamaları sonucunda oluştukları sonları değil, aynı zamanda başka yıldızların ölümünden sonra onların tekrardan evrilmesinde rol oynuyor. Bu iki gökcismi yakın zamanda birbirine kavuşamayacakmış gibi görünüyor, en azından beyaz cücenin kara deliğe düşecekmiş gibi görünen bu güzel dansı çok uzun bir süre devam edecek. Aslında bu iki gökcisminin geçmişte birbirine daha da yakın olduğu ortaya çıktı. Kara deliğin, beyaz cücenin yoğun ve güçlü kütle çekiminin üstesinden gelebilmesi için cisimlerin birbirlerine oldukça yakın olması gerekiyor. Zaman içerisinde beyaz cücenin maddesi kara delik tarafından süpürüldükçe, şimdi daha parlak olan beyaz cücemiz birazcık daha geriye gitti.” Araştırmacı Craig Heinke ise bu konu hakkında şunu belirtiyor: “Zamanla o kadar çok madde çekildi ki sonunda beyaz cücenin kütlesi sadece bir gezegenin kütlesi kadar kaldı. Eğer kütlesini kaybetmeye devam ederse beyaz cüce tamamen yok olup gidebilir.” Bu gelecekteki kütle çekim dalgaları araştırmalarında çalışacak bilim insanları için çok güzel bir haber çünkü şu an Lazer İnterferometre Kütle Çekim Dalga Gözlemevi tarafından kullanılan teknoloji X9’dan yayılan zayıf atımları fark edebilmek için yeterli değil, ama bu hala üzerinde çalışılmakta olan bir konu ve belki bir gün bilim bize zayıf kütle çekim atımlarını gözlemleme şansını verecek. Tabii ki o zamana kadar kataklizmik değişen yıldızların çok daha hızlı hareket eden yeni bir kral ve kraliçesi çıkabilir. Bu araştırma “Montly Notices of the Royal Astronomy Society” tarafından yayımlandı ve araştırmanın tamamı arXiv.org’da bulunabilir.
Albert Einstein’ın genel görelilik kuramı’nın elektromanyetizma ile birleştirilmesi üzerine çalışmalar yapan, ”Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi” ismiyle yeni bir teori ortaya çıkaran, fiziğin 20.yüzyılda yaşamış en önemli bilim insanlarından biri olan Behram Kurşunoğlu’nun bilim dolu hayatını sizlerle paylaşmak istedik.
14 Mart 1922’de Çaykara, Trabzon’da doğan Behram Kurşunoğlu aslen Bayburt’un Merkez ilçesine bağlı Aydıncık köyündendir. Liseyi Trabzon’da okuduktan sonra Ankara Üniversitesi ve Edinburgh Üniversitesi’nde fizik öğrenimini tamamladı. Cambridge Üniversitesi’nden ünlü fizikçi Paul Dirac’ın danışmanlığında fizik doktorasını aldıktan sonra 1958 yılında Amerika Birleşik Devletleri‘nde Florida’ya taşındı ve çalışmalarının büyük bir kısmını burada sürdürdü. 1940’ların sonuna doğru Cambridge’teki doktora çalışmaları sırasında Albert Einstein ile mektuplaşmaya başladı ve 1953 yılında Einstein, Cornell Üniversitesi’ne araştırmalar yapmak üzere gelince bir davet aldı ve orada Einstein ile 4 saat süren bir görüşme gerçekleştirdi. Bu sırada Kurşunoğlu 31, Einstein ise 74 yaşındaydı. Bu görüşme sonrasında Kurşunoğlu, Albert Einstein ve Erwin Schrödinger ile birlikte simetrik olmayan yerçekimi kuramları üzerinde önemli çalışmalarda bulundu.
Behram Kurşunoğlu, askerlik görevini yapmak üzere 1955’te Türkiye’ye döndü. Görevini tamamladıktan sonra Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun kuruculuğunda bulundu ve Genelkurmay Başkanlığı’na danışmanlık yaptı. Bir dönem Birleşmiş Milletler Bilim Komisyonu’nda çalışan Kurşunoğlu, 1958 yılında Amerika’ya geri döndü ve Miami Üniversitesi’ne profesör oldu. Behram Kurşunoğlu, genç yaşında dünya fizikçileri arasında saygın bir konuma erişmişti.
Berham Kurşunoğlu, Miami Üniversitesi’nde Ders Anlatırken
Amerika’da yaptığı çalışmaların yanı sıra Global Foundations adlı, Amerika’nın önemli araştırma merkezlerinden birine de başkanlık yaptı. 1965’te Miami Üniversitesi’nde ”Teorik Fizik Çalışmaları Merkezi” ni kurdu ve başkanı seçildi. Merkezde düzenlenen bir başarı ödül töreninde, Nobel kazanmış 22 bilim insanıyla birlikte yeryüzünün en tanınımış fizikçilerinden biri olarak takdim edildi. Yine 1965 yılında, Carl Gables’ deki merkezde 1992 yılında emekli olana kadar doktora sonrası çalışmalar düzenleyerek bilim insanları eğitmiş ve zaman zaman buraya gelen bilim insanları ile bir forum oluşturdu. Bu merkeze gelen kişilerin 35’i Nobel ödüllü bilim insanlarıydı. 1992 yılında merkez kapatıldı.
Behram Kurşunoğlu, çalışmalarının büyük kısmı ” Birleşik Alan Kuramı” üzerinedir. İleriki yıllarda çekirdek enerjisi ile ilgilendi. ”Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi”ni ortaya attıktan sonra dünyada bir üne kavuştu. Konu, Einstein ve Schrödinger tarafından da yıllarca incelenmiştir.
Kurşunoğlu, çalışmasını şu sözlerle açıklar: ”Evrende temel ve manyetik yükler bulunmaktadır. Orbitron teorisi adını taşıyan bu teori evrendeki kurumsal çalışmalarımı içine almaktadır. Kainatın meydana gelişini izah eden ‘Big Bang’ isimli popüler teori yerine bilim ve deneylerle ortaya çıkardığım teorim her şeyin başı olan bu konuyu bilmeyi izah etmektedir. Evrenin yaratılması ilk 2-3 saniye içinde, evrenin büyük kısmını teşkil eden 10 üssü 80 parçacık meydana geldi. Zamanın başlangıcından önce evreni kaplayan zaman öncesi güçlerin alanı vardı. Milyarlarca sene sonra bu alan çok yüksek yer çekimi sebebiyle çöktü ve bir atomdan trilyonlarca kere küçük “mikrokaradelikler” denilen siyah mikro delikler ortaya çıktı. Bu deliklerin yarısı maddeden zaman öncesinde başlayan büyük bir yangınla evrene dağıldı. Madde ile karşı maddenin birbirinden parçalanma neticesinde ayrılınca yeni parçacıklar, zamanla yıldızlar, gezegenler, karşı gezegenler ve insanlar, çok muhtemelen de karşı insanlar yaratıldı.” Prof. Kurşunoğlu kara mikro delikleri de şöyle açıklıyor: “Aklın alamayacağı kadar büyük yer çekiminde meydana gelen mikro siyah delikler hemen hemen “0” boyuta yakın ve protonun 1 milyon misli ağırlıkta yeni parçacıklar. Bu ağırlık ise 1’in 10 milyonda biri ağırlıkta. Yani tespiti mümkün olamayacak ölçüde az ağırlıkta”
1972 yılında Cumhurbaşkanlığı Bilim Ödülü, 2001 yılında bilime katkılarından dolayı Atatürk Özel Ödülü verildi. Ölmeden önce dünyaya ve tüm insanlığa kalıcı bir eser bırakmak amacıyla bir kitap yazmış ancak ölümünden dolayı kitabı yayınlanamamıştır. Türkiye ve tüm dünya için çok önemli bir bilim insanı olan Behram Kurşunoğlu, 25 Ekim Günü, 82 yaşında iken ABD’nin Miami şehrinde vefat etti. Hayatını bilime adamış bu büyük bilim insanımızı saygıyla anıyoruz.
”Eninde sonunda akıl ve bilim galip gelecektir!” – Behram Kurşunoğlu
Bu yazıyı okumadan evvel bazı terimlere aşina olmanız adına daha önce yazmış olduğum “Güneş Sistemi Rehberi” ismindeki yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Zihninizde oluşabilecek soruları cevaplamak adına, bahsettiğim yazıyı bu yazının sonrasında da okuyabilirsiniz .
Bir bütünün parçası olmak. Bu cümle size ne ifade ediyor? Sizce insanlar bir bütünün parçası olmak zorunda mı yoksa herhangi bir bütüne ait olmama şansımız var mı? Bulunduğunuz noktada çevrenize bir bakının veya yaşadıklarınızı düşünün; size göre bir bütün olmak ne demek? Aileleri, akrabaları, arkadaş gruplarını, pek mutlu bir çifti, bir okuldaki sınıfı ve benzeri örnekleri; bunların her birini kendi alanlarında bir bütün olarak kabul edebilir miyiz? Sayılanların her biri soyut da olsa bir bütün olarak tanımlanabilirler ve fark edebileceğiniz üzere çevremizde yer alan bütünler listesini arzuladığımız kadar uzatabiliriz. Çünkü hayatımızın her alanında yine bizlerin oluşturduğu istisnasız bir bütünlük topluluğu var, bir bütün oluşturan küçük parçalar var. Şu anda parçası olduğunuz ya da olmadığınız her bir bütünün kökeni, geçmişteki uzantılarımızın, sosyal olmanın gücünü keşfetmesine dayanıyor. Bizler, sosyal olabildiğimiz için şu anda bu denli kibirli, (biraz) zeki ve karmaşık varlıklarız. Böylece biz insanlar, geliştik ve hayatımızın her alanındaki küçük parçalara birer soyut anlam yükleyerek birleştirdik ve gerek kavramsal gerekse gerçek manada bir bütün oluşturduk.
Peki, sizce bir bütünün parçası olabilmek mi daha büyüleyicidir yoksa herhangi bir bütünün parçası olamamak mı? Böylesi bir soruya gezegenimizdeki kendi kurguladığımız gerçeklik ile değil de daha da somut bir açıdan cevap arayalım. Tam olarak bu noktada kozmos bizlere bir yardım eli uzatıyor. Geceleri temiz bir gökyüzü aracılığıyla gözlemlediğimiz o evren, bizlere gayet etkileyici bir cevap veriyor; her iki durum da büyüleyici olabilir. Hayatımda yaptığım ilk gözlem sonucunda ilk görüşte aşık olduğum Satürn de büyüleyici, Güneş Sistemi henüz bebeklik evresindeyken herhangi bir gezegen oluşumuna katılamadığından sistemin uzaklarına sürgün edilmiş, yıllar boyu hatırlanmayan, sadece (geçmiş bir yazımda da bahsettiğim gibi) dev gezegenlerin ve yıldızların rutin geçişi esnasında onların kütle çekim oyunlarına kanıp yıldızımıza doğru yönelen, Güneş’e yaklaştıkça eriyen ve kendisi eksilirken ardında oluşan o uzun uzadıya kuyrukları ile hatırladığımız kuyruklu yıldızlar da.
Giriş:
Günümüzden yaklaşık olarak 4,6 milyar yıl kadar önce, Güneş Sistemi henüz yeni yeni oluşur iken herhangi bir yapıya katılamayan bu artıklar bizlere periyodik olarak görsel şölen hazırlamak üzere kenara çekildiler. Astronomlar onları, içerdikleri toz, buz, karbon dioksit, amonyak, metan ve bazı değişik bileşiklerinden ötürü “kirli kar topları” ya da “karlı kirli toplar” olarak çağırıyorlar.
Kuyruklu yıldızların bazıları Güneş’in etrafında turlar iken çoğunluğu ise Plüton’un ötesinde bulunan Oort Bulutu ismindeki bölgede yer alıyor. Ara sıra bir bütünün parçası olamayan bu artıklar kütle çekim oyunları sonucunda İç Güneş Sistemi’ne doğru yaklaşıyorlar; bazıları bunu düzenli olarak bazıları ise birkaç yüzyılda bir yapıyor. Günümüzde yaşayan insanların çoğu, geçmişin artıklarının bizlere sunduğu görsel şölene tanıklık etmemiş olabilirler fakat yalnızlığın ve eksilmenin büyüleyici güzelliğine tanık edenler gördükleri manzarayı hayatları boyu unutamazlar.
Fiziksel Özellikleri:
Bir kuyruklu yıldızın çekirdeği çoğunlukla organik madde ile kaplı buz ve tozdan oluşur. NASA’ya göre kuyruklu yıldızın içerisinde yer alan buz, çoğunlukla donmuş su halindedir. Bunun yanı sıra buzun içeriğinde; donmuş amonyak, donmuş karbon dioksit, donmuş karbon monoksit ve donmuş haldeki metan da bulunabilir. Kuyruklu yıldız, gerek doğal bir şekilde gerekse dev bir cismin kütle çekimi nedeniyle, Güneş’e doğru yaklaştıkça yüzeyinde bulunan buz yavaşça ısınıp gaz haline geçer ve kuyruklu yıldızın başında yoğun bir bulut oluşturur. Biz o bulut görünümlü “şeye” kuyruklu yıldız saçı (coma) diyoruz. Güneş ışığı ve rüzgarları aracılığıyla kuyruklu yıldıza ulaşan radyasyon, kuyruklu yıldız saçındaki toz partiküllerini dışarıya doğru sürükleyerek bir tür “toz kuyruğu” oluşturur. Bu olay esnasında, kuyruklu yıldız yüzeyindeki bazı gazlar ise yine radyasyon ve sıcaklık etkisiyle iyon haline geçip, “iyon kuyruğu” oluşturur. Kuyruklu yıldızların kuyrukları güneş ışığı ve güneş rüzgarı ile şekillendiğinden, bu kuyruklar her zaman Güneş’in karşı tarafına doğru bizleri büyülüyor olurlar.
Asteroidler ve kuyruklu yıldızlar ilk bakışta karıştırılabilirler, zira onları birbirinden ayırt eden yegane özellikleri içerikleridir. Asteroidler, metal ve kaya içerikli iken; kuyruklu yıldızların içeriğinde Güneş’e yaklaştığında bizleri etkileyecek hale bürünen buz, toz ve organik bileşikler bulunur.
Hale-Bopp Kuyruklu Yıldızı. Telif: NASA
Bazı kuyruklu yıldızların saçı 1.6 milyon kilometreye, kuyrukları ise 160 milyon kilometreye kadar uzanabilir. Kuyruklu yıldızların saçları ve kuyrukları Güneş ışığını yansıttığından kendileri Güneş’e doğru yaklaştığı vakit yeterince büyük iseler temiz bir gökyüzünde onları çıplak gözle rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Ne yazık ki çoğu kuyruklu yıldız, çıplak gözle gözlemlenemeyecek kadar küçük olduğundan kendilerini yalnızca teleskop aracılığıyla gözlemleyebiliyoruz.
Yörüngesel Özellikleri:
Astronomlar kuyruklu yıldızları Güneş etrafındaki yörüngelerini tamamlama sürelerine göre sınıflara ayırıyorlar. Bu ayrıma göre üç farklı kuyruklu yıldız sınıfı var; kısa periyotlu kuyruklu yıldızlar, uzun periyotlu kuyruklu yıldızlar ve Güneş ile bağlantısı olmayan tek geçişlik kuyruklu yıldızlar. Kısa periyotlu kuyruklu yıldızların Güneş etrafındaki bir tam dönüşünü tamamlaması yaklaşık olarak 200 yıla kadar sürebiliyor iken, uzun periyotlu kuyruklu yıldızların bir tam turu tamamlaması için 200 yıldan fazlası gerekebiliyor. Çok uzak olmayan bir geçmişte araştırmacılar Asteroid Kuşağı’nda da bazı kuyruklu yıldızların var olduğunu kanıtladılar. Ve onlara göre, İç Güneş Sistemi içerisindeki gezegenlerin su kaynakları da buradaki kuyruklu yıldızlar olabilir.
Bilim insanları kısa periyotlu kuyruklu yıldızları, periyodik kuyruklu yıldızlar olarak da adlandırabiliyorlar. Periyodik kuyruklu yıldızların Neptün ötesinde yer alan Kuiper Kuşağı’nda yer aldığını ve bu kuyruklu yıldızları aktif hale getiren şeylerin ise dev gezegenlerin kütle çekim gücü olduğunu söylüyorlar. Kuiper Kuşağı’nda bulunan kirli kar topları yalnızlıktan bıkmış olacaklar ki, dev gezegenlerin biraz zorlayıcı olan davetlerini geri çevirmeyerek İç Güneş Sistemi’ne doğru yol alıyorlar. Buna karşın, uzun periyotlu kuyruklu yıldızların, Oort Bulutu ve daha ötesinde ikamet ettikleri düşünülüyor. Bu kuyruklu yıldızların Güneş’e doğru gelmelerinin sebebi ise dev gezegenlerden de daha güçlü kütle çekimine sahip olan galaksimizin yıldızları. Herhangi bir sınıfa girmeyen, diğer kuyruklu yıldızlardan bağımsız olanlar ise Güneş’in çok yakınından geçtikleri için hemen parçalanıp buharlaşan kuyruklu yıldızlardır.
İsimlendirilişleri:
Kuyruklu yıldızlar genelde onları keşfeden insanların ismini alıyorlar. Misal, Shoemaker-Levy 9 kuyruklu yıldızı Eugene, Carolyn Shoemaker ve David Levy tarafından keşfedilen dokuzuncu kısa periyotlu kuyruklu yıldız. Ayrıca kuyruklu yıldızlar, kendilerini keşfeden uzay araçlarının isimleri ile de çağrılabiliyorlar (SOHO ve WISE gibi).
Tarihi:
Eski çağlarda gökyüzünde aniden beliren ateşten kılıçlar, insanları korkutup telaşa düşürürdü. Kuyruklu yıldızlar o zamanlarda genelde kıyamet alameti olarak algılanırdı. Hatta yakın bir geçmişte bile (1910 yılı California bölgesinde) insanlar kuyruklu yıldız geçişi esnasında, kuyruklu yıldızın “zehirli” kuyruğundan etkilenmemek için evlerinin camlarını kapattılar.
Yüzyıllar boyunca bilim insanları kuyruklu yıldızların gezegenimizin atmosferinde dolaştığını düşündü fakat 1577 yılında Danimarkalı astronom Tycho Brahe kuyruklu yıldızların aslında uydumuzdan da ötesinden geçtiklerini kanıtladı. Ve yıllar sonra Isaac Newton kuyruklu yıldızların da eliptik bir yörüngeye sahip olduğunu, onların Güneş’in çevresinde dolaştığını, tekrar ve tekrar insanları telaşa düşüreceklerini ya da büyüleyeceklerini keşfetti.
Çinli astronomlar ise yüzyıllar boyunca kuyruklu yıldızların çok geniş çaplı kayıtlarını tuttular. Halley kuyruklu yıldızı da dahil olmak üzere birçok kuyruklu yıldızın kayıtları Çinli astronomların ellerinde M.Ö 240 yıllarına dek uzanıyor.
Ünlü Kuyruklu Yıldızlar:
Halley. Telif: NASA
Kuşkusuz ki Halley kuyruklu yıldızı gezegenimiz sakinleri tarafından en çok bilinen kuyruklu yıldızdır. Halley kuyruklu yıldızı, her 76 yılda bir Güneş’e yaklaştığında çıplak gözle görülebilir oluyor. Bundan bir önceki yaklaşımı 1986 yılında gerçekleştiğinde gezegenimizden beş adet uzay aracıyla Halley kuyruklu yıldızının çok yakınından geçip, normalde kuyruklu yıldızın saçı tarafından gizlenen kuyruklu yıldızın başına ait eşi benzeri görülmemiş veriler elde ettik. Kabaca patates şeklinde olan 15 kilometre uzunluğundaki Halley kuyruklu yıldızının yüzeyinde eşit miktarda toz ve buz içerdiğini ve içeriğindeki buzun yaklaşık olarak %80 kadarı donmuş haldeki su ve %15 kadarı ise donmuş haldeki karbon monoksit bileşiğinden oluştuğunu öğrendik. Araştırmacılara göre diğer kuyruklu yıldızların da kimyasal yapısının Halley kuyruklu yıldızı ile aynı olduğunu düşünüyor.
Shoemaker-Levy 9. Telif: NASA
1994 yılında Jüpiter ile çarpışıp 21 parçaya ayrılan Shoemaker-Levy 9 kuyruklu yıldızı.
1997 yılında bizlerden 197 milyon kilometre uzaktan geçen Hale-Bopp kuyruklu yıldızı.
ISON. Telif: Damian Peach
2013 yılında yalnızlığını Güneş’e doğru giderek sonlandıran ISON kuyruklu yıldızı.
Son Sözler:
Evren ve onun yansıması olan hayat sürprizler ile doludur. Bu sürprizlerden belki de en şaşırtıcı olanını geçmişin artıklarından biri yaptı. Günümüzden 4,6 milyar yıl kadar önce herhangi bir bütüne katılamamış olan kuyruklu yıldız, milyonlarca yıl sonra katılamadığı bir bütüne uğradı ve küçük küçük parçaların kendi aralarında bir bütün oluşturmasına ön ayak oldu. Sistemimizdeki bir kuyruklu yıldızın dolaylı yoldan sebep olduğu bütünlükte bizler duygularımız ve sosyal ağımız sayesinde çok özel birer parça haline geldik. Birden fazla bütüne ve birden fazla parçaya direkt olarak etki edebilen; kendi içlerinde coşkulu hayatlar yaşayan, nadir ve kırılgan parçalar. Her ne kadar kuyruklu yıldızlar kadar yalnız ve büyüleyici olamasak da, o nadir ve kırılgan parçalar olarak bizler de sonradan başka parçaların oluşturduğu bütüne etki edebiliyoruz. Kuyruklu yıldızların başka bir bütüne etki etmesindeki faktör (kütle çekim) ne yazık ki bizler için geçerli değil. Duygusal varlıklar olan bizler daha soyut kavramlar ile etki etmeyi tetikliyoruz; aile bağı, aşk, dostluk, gelecek kaygısı, para ve daha niceleri. Hayatınız boyunca etki edeceğiniz ve etkileneceğiz parçayı ve faktörü büyük bir titizlikle seçin ki sonraki bütünlüğünüz çok büyük zararlar görmesin, hayallerinize devam edebilin.
Bu yazıyı yazmamda yardımcı olan şarkıları alta iliştirdim. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Umuyorum ki beğendiğiniz bir yazı olmuştur. Keyifli dinlemeler.
Bir astronom olmanın en güzel yanı sonsuz bir laboratuvara sahip olmaktır, gökyüzüne. Ama bulutlar, gökyüzünün güzelliğini gizler. Bahar da yeni gelmişken, bulutlar bu gece gökyüzünü rahat bırakacakken birlikte gözlem yapmaya, gökyüzünü seyre dalmaya ne dersiniz?
Bir yandan ellerinde gök atlası olan arkadaşlarımızın yardımı ile gök atlası kullanmayı öğrenirken, bir yandan da gökyüzünde takımyıldızlarını bulacağız. ‘Rigel nerede ki?’ derken birden bir lazer onu işaret edebilir ve bizden bir mesaj gönderecek olabilir… Bir yandan da teleskop ve dürbünler ile gök cisimlerini keşfe çıkacağız. Yıl boyunca gözlemleyebildiğimiz yıldızlar ile birlikte, sadece kış aylarında bize göz kırpan yıldızlar ve Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter gibi yeryüzünden çıplak gözle bile gözlemlenebilen bu gezegenler, bazı zaman aralıklarında gökyüzümüzü aydınlatacak. Gözlem boyunca bütün bu aktiviteleri yapabileceğiz. Sürekli aktiviteler arasında değişim yaparak hepinizin aktif bir gözlem gecesi geçirmenizi istiyoruz. Bu gözlem gecesinde hepinizi bekliyoruz yıldız çocukları. Astronomiyle kalın…