gokyuzu.org

Bilimkurgu Öykü Denemesi: İntegral

Nihayet akşam olmuştu ve Güneş, pas rengine bulamıştı Orta Mahalle’deki gökdelenleri. Birliğin bana ayırdığı kubik bölgede ortalama 90 yıllık yaşantımın bir gününü daha harcamıştım. İş arkadaşımın geçen haftaki Hong Kong Suzuki Anonim Şirketi’ne yaptığı seyahatten bana hediye olarak getirdiği yeşil çayı yudumladıktan sonra, bilgisayarıma kapat komutunu verip 128. kattaki ofisimden gün batışını seyre daldım. Şehir büyümüştü, artık 200 milyon insana yetecek bir şehir değildi İstanbul. Daha yüksek gökdelenlere ihtiyaç vardı.

Artık hava trafiğine kalmadan yola çıkmalıydım, Arabama hareket konumu gönderip 150. Kattaki oto-tüpün kaldırımlarına gitmek üzere asansöre yöneldim. Benim gibi yola çıkmış iş arkadaşlarımla ve emin adımlarımızla imparator penguenlere benziyorduk. Ancak bu komik bir durum değildi elbette. Ekonominin güçlü olması için satışlarımız artmalıydı. Bu sayede birliğimizin konumunu yükseltip düşmanlarımızı iflasa sürükleyebilirdik. “Her birlik ekonomisi kadar güçlüdür” derler hep. Bizler de birliğimizi güçlü tutmak için satışları arttırıp bize karşı birliklere korku salmalıydık. Cebimden kulaklıklarımı çıkarıp yol asistanını çalıştırdım.

-Merhaba Demir, eve gidiyoruz değil mi?

-Evet

-Her zamanki gibi sessiz bir gün olsa gerek, bu haftanın yeni çıkan hit’I “Shake your boobs bitch”I dinlemek ister misin? Yoksa geçen haftanın hit’i olan “About fucking you”ya ne dersin? Bu parçanın çok duygusal olduğu söylenmiş Youtube’da. Bu arada Google’ın yeni çıkardığı

-Bana klasik müzik aç, Pink Floyd istiyorum.

-Ah, o aptal şarkıları neden hala dinliyorsunuz ki, şarkıın amacı size mutlu etmesidir. Kendinizi hitlere bırakın ve kafanızı boşaltın. Üstelik bu tür şarkılar için vergi de fazla
-Dediğimi yap. Bunu da seçim geçmişimden sil.

-Size daha iyi hizmet verebilemk için tüm seçimleriniz tamamen rapor edilmelidir efendim, bunu kabul etmiştiniz.

-Çünkü kabul etmeden almama izin vermediniz ki.

Hyperloop, bir bir mahalleleri geçerken ön koltuğumdaki camda alt sanayi mahallelerini görebiliyordum. İnsanların hala asphalt kullandığı rezil yerlerdi buralar. Yeryüzünde, toprakla ve gökdelenden atılan sanayi atıklarıyla dolu bu yerler hakkında pek konuşulmaz, Bizler gibi birlik için çalışan asil iş insanlarının tepelerindeki kara bulutlardan dolayı orada bulunan kara insanları görmek bile mümkün değildir.

Arabanın ön camındaki reklamların arasından Platin’in bana attığı mesajı gördüm. İnternetsizlik cezası verilmemiş miydi Platin’e, nasıl bu mesajı atabiliyordu? Bir dakikalık reklamın ardından gözlerimi kullanarak mesajı açtım. “Güneş’in battığı yere. Acil.”

Yazan: Özgür Can Özüdoğru

ODTÜ Göleti’ne Gözlem Baskını!

ODTÜ kampüsünü bilen bilir. Demiray yurtları kampüsün bir ucunda bulunmaktadır. 2 Haziran akşamı, dönem sonu buluşmasından ayrılıp kampüsün öbür ucundaki yurduna giden Aylin’e bu güzel havada yürüyüş yapmak isteyen (“Aylin’i köpeklere yem etmek istemeyen” de denebilir tabii.) Pamir ve Çağatay eşlik etmekteydi. Yurdun, kampüsün merkezinden uzakta ve ormana yakın olmasının güzel yanı, ışık kirliliğinden daha az etkilenmesiydi. Yurdun iki bloğunun hemen üzerinde Ay, Jüpiter ile birlikte, gelen geçene göz kırpmaktaydı. Gökyüzünde birçok yıldız daha parlak görünüyordu. Yurdun önünde laflarken takımyıldızlara bakmaya koyulan bu yıldız çocuklarına tanıdık bir silüet yaklaşmaktaydı. “Kaşif Seda değil mi o?”

Kaşif Seda yurda yaklaştığında, uzaktaki üç arkadaşın yıldızları birbirlerine gösterdiklerini gördü. Karanlıkta kim oldukları seçilmediği için topluluktaki yıldız çocuklarından farklı ve gökbilimi seven insanlar olduğunu düşünüp mutlu oldu. Seda onlara biraz daha yaklaştığındaysa Çağatay Seda’yı fark edip ona selam verdi; büyük maceranın ilk fikri filizlenmek üzereydi. Bütün yıldız çocukları havanın çok güzel ve açık, yıldızların parlak olduğunu düşünüyordu ki Kaşif Seda bütün içtenliğiyle “Ormana mı gitsek?” deyiverdi. Gerçek birer amatör astronom olan ve yorulmak nedir bilmeyen Aylin, Pamir ve Çağatay hiç durur mu? Hepsi de “Valla ben gelirim,” dediler ve hızlı hızlı yola koyuldular. Arazinin girişinde başka bir arkadaş grubuyla karşılaştılar. Gölet yolunda yürüyüş yapmaya yeltenip geri dönmekte olan bu arkadaş grubuna, gözlemimize eşlik etmelerini teklif ettik. Birkaçı teklifimizi kabul ederek bizimle arazinin derinliklerine doğru yürümeye başladı. Bir yandan yürüyor, gökyüzüyle ilgili bir sürü sorular soruyorlardı, aldıkları yanıtlarsa zincirleme yeni soruları doğuruyordu. (Tabii bu arada Çağatay, aralara Aylin’i korkutacak hikayeler de ekliyordu.) Arazide ilerledikçe ışık kirliliği bir nebze olsa da azalıyordu, gölete de yetişmek üzerelerdi. Ufak bir tepenin üzerine yetiştiklerinde geriye dönüp baktılar: Ufukta bu sefer şehrin ışığı vardı. Her ne kadar uzaktan ayrı bir güzelliği olsa da, gökyüzünün ihtişamlı yıldızlarını alt eden, işte bu kırpışan binlerce parlak noktaydı. Gölete vardıklarında dağın tepesinde Ay son ışıklarını göstermekteydi. Güvenliğin olduğu kulübeden süzülen küçük bir ışık dışında gökyüzü fazlasıyla yıldız doluydu; gökte ne büyük bir bulut, ne de ciddi bir pus vardı.

Uzun zamandır gözleme çıkmayan yıldız çocukları, takımyıldızlarını zar zor tanıdıklarından şikayetçiydiler ve ara sıra pratik yapmaları gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Öyle olunca, yıldız çocukları bir soluklanıp gözleri karanlığa tamamen alıştıktan sonra parlak yıldızlardan başlayıp takımyıldızlarını bir bir görmeye başladılar. Şurada Çoban, hemen yanında Kuzeytacı, yukarıda Yaz Üçgeni, Kuğu, Çalgı ve Kartal, tam tepemizde Herkül, alt tarafta Akrep, Yay (Çaydanlık) ve Satürn, göletin yukarısında kocaman bir alanı dolduran Yılan ve Yılancısı… Çağatay grubun kalanına bilmedikleri takımyıldızlarını gösterirken, Seda da Yaz Üçgeni’ne yakın bir yerlerde olduğunu hatırladığı ve uçurtmaya benzettiği Yunus takımyıldızını arıyordu. Bu küçük ve sönük takımyıldızını gerçekten de yaz üçgeninin yıldızlarından biri olan Albireo’ya yakın bir bölgede buldular yıldız çocukları.

Haziran gelmiş olmasına rağmen hava artık iyiden iyiye soğumaya başlamıştı. Eh, Ankara’nın havası yazın kapıda olmasına aldırmaz, “Gece 2.00’de dışarıda ne işiniz var?” diye mızıldanıp buz keser, akşamlık hırkalarıyla araziye çıkan meraklıları da üşütür. Aniden gelişen bu gözlemde de her amatör astronomun korkulu rüyası soğuk, bu genç kaşiflere karşı savaş vermekteydi. Gölete daha yeni vardıklarında bile onlara eşlik eden, o bölgede yaşayan kurbağaların sesleri ve soğuğun karanlık yüzüydü. Yıldızlarda ve onların birbirleri ile kıyaslanamayacak kadar destansı hikayeleri arasında gezinip kaybolurken, soğuğun ve akıp giden zamanın farkına kimse varmamıştı.

Bu genç amatör astronomlar, bu uçsuz bucaksız gökyüzünde sadece parıldayan yıldızlar, bulutsular ve ötegezegenlerin var olmadığını, gökyüzünün aynı zamanda onlar için stresli hayatlarından, derslerinden ve şehrin o kaotik yapısından kaçmalarını sağlayan, tamamıyla onlara ait yeni dünyalar olduğunun tekrardan bilincine varmışlardı.

Hikayede yer alan yıldız çocukları:
Aylin Açıkgöz, Çağatay Kerem Dönmez, Ozan Pamir Akkoca, Seda Baştürk

Aldebaran’ın Peşinde

Katkı sağlayanlar: Tuğba Uçar, Çağıl Benibol, Seda Baştürk

Bir grup yıldız çocuğu olarak, Aldebaran’ın Ay’ın arkasına geçeceğini öğrendikten sonra gözlem ve fotoğraf çekme planı yapmaya koyulmuştuk. Işıklardan uzakta ve ufku görecek bir gözlem noktası bulmak iyi olacaktı, biz de heyecanla, Tuğba’nın makinesi ile Çağıl’ın tripodu ve efsane telelensini kapıp kaşif Seda’nın önerdiği karanlık bölgeye gitmeye karar verdik. Çağatay gözleme gelemese bile mesajla bize durum raporu vermeye devam etti, Aldebaran’ın tam örtüleceği zamanı saliyesine kadar yazdı. Çağrı’nın da kendisi olmasa bile gönlü bizlerleydi. Seda keşke dürbün olsaydı diye hayıflanıyordu. Sabahtan beri bir şey yememiş olan Çağıl’la sandviçini paylaşan Tuğba da telelensle bir takım denemeler yapıyordu. Çağıl makine başında ayarları değiştirip sürekli bu gökyüzü olayını fotoğraflıyordu. Vakit yaklaşıyordu, örtülmeye az bir zaman kalmıştı. Yıldız çocukları ara sıra gelip giden arabaların farlarına söyleniyorlardı çünkü gözleri karanlığa ancak alışmıştı. Kaşif Seda “Ormana  gidelim demiştim size işte, 15-20 metre yürürdük.” diyordu. Lakin Çağıl ve Tuğba halihazırda kurulu olan tripod ve makinayı ormana götürecek ve ayarlayacak vaktin olmadığını düşündüler. Vakit daralıyordu Aldebaran ve Ay gittikçe yaklaşıyordu. Kaşif Seda bir koşu dürbününü almaya yurda gidip geldi ve bu zaman aralığında Çağıl ve Tuğba fotoğraf çekmeye devam etti. Sonunda Seda dürbünüyle gelmişti ve tek tek herkes dürbünle iki gökcisminin yaklaşmasını izledi. En sonunda o an geldi çattı ve Aldebaran’ın Ay’ın arkasına doğru geçerkenki anı Çağıl pür dikkat fotoğrafladı…

Küçük Bir Hilal Masalı

Yağmurlu bir günün sabahında harıl harıl sınavına çalışıyordu Seda. Önceki gece spontane şekilde gökyüzü gözlemine çıkmıştı genç yıldız çocukları. Seda gelememişti, çünkü o anda da ders çalışıyordu.

Yağmurlu günde ders çalışırken, üzüntüsünü hala hissediyordu önceki akşam gelememenin. O sırada Deniz çıkageldi. İkisi beraber, akşam gökyüzü gözlemi yapma ve hilal olan ayın fotoğrafını çekme hayali kurdular. Seda bunun heyecanıyla ders çalışmayı bıraktı tabii. Hazin sonuçlar doğuracak olan sınavına doğru bir yolculuğa başladı o sırada. Sınavı saat 17.00’da başlamıştı. Seda ise saat 17.15’te odaya geri dönmüştü; sınav zordu anlaşılan…Sınav sonrasında yine Deniz’in de içinde bulunduğu bir grupla yemek yemeye gitti. O sırada yağmur başladı. Seda üzgündü, çünkü gözlem işi yatmıştı. Yemekten sonra üzgün bir şekilde Dizi’sini* alarak çardağa hüzünlü melodiler çalmaya giden Seda, hala dağılmamış olan bulutların üzüntüsüyle odaya geri dönmüştü. Ancak gökyüzündeki yıldızlar Seda’nın üzüntüsüne dayanamamıştı. Rüzgar da yıldızların üzüntüsüne ortak olarak hiddetli bir şekilde esti; bulutlar az da olsa dağılmıştı. O sırada her yer sessizliğe büründü ve karanlıkların ardından Deniz çıkageldi; ağzından şu kelimeler döküldü: “Hava açtı…”. Seda o anda kalktı, kalkmasıyla beraber kundak dile geldi ve “Beni kurun!” dedi. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede teleskop,kundak ve fotoğraf makinesi odadan alınmış, dışarıya kurulmuştu. Tüm benlikleriyle bu uğurda mücadele veriyordu yıldız çocukları. Kurulan teleskop saniyeler içerisinde Ay’a hizalanmıştı. Herkes nefeslerini tutmuş, Seda’nın deklanşöre basmasını bekliyordu. Fotoğraflar çekilirken, rüzgar ve yıldızlara başkaldıran öfkeli bulutlar yeniden gökyüzünü kapatmaya başlamıştı. Cesur Seda, Ay bulutlara teslim olana kadar fotoğraf çekmeye devam etti. O sırada bulutlar iyice öfkelenmişti ve adeta yaklaşan şiddetli fırtınanın habercisi olur gibi şimşekler çakmaya başlamıştı. Hafif hafif yağan yağmurla birlikte teleskobu toplamaya girişti yıldız çocukları. Odaya girdiklerinde heyecanla atan kalpleri ve güzel bir hilal fotoğrafı kalmıştı ellerinde.

Tüm bu hikayenin sonunda yıldız çocukları, ellerindeki fotoğrafa bakıp parçası oldukları evreni selamladılar.

Hikayede yer alan yıldız çocukları;

Seda Baştürk, Ege Can Karanfil, İlkcan Erdem, Alper Karasuer, Deniz Gamze Sanal

*Bambudan yapılan çin flüdü.

Ali bin Rıdvan: İnsanlık Tarihinin En Parlak Süpernovasının Gözlemcisi

Ali bin Rıdvan 11. yüzyılda Mısır’da yaşamış olan, döneminin en ünlü astronomlarından biridir. Fizik, astronomi, astroloji ve tıp alanında çalışmış olan biliminsanı, SN 1006’ya dair tuttuğu kayıtlarla ünlüdür. 1006 yılında patladığında, Mısır ve Çin başta olmak üzere Dünya’nın bir çok bölgesinde kayıt edilmiş olan süpernova 7.200 ışık yılı uzaklıkta bulunmasına rağmen o kadar çok parlamıştır ki, 30 Nisan ve 1 Mayıs 1006 tarihlerinde gece ve gündüz gökyüzünde oldukça parlak bir gök cismi olarak gözlemlenmiştir.

SN 1006 süpernovası

Kurt (Lupus) takımyıldızı doğrultusunda gözlemlenmiş olan süpernova yaklaşık -7.5 kadir görünür parlaklığa sahip olmuştur, yani insanlık tarihinde kaydedilmiş olan en parlak gök olayıdır. Bu noktada, astronomide parlaklığın birimi olarak kullanılan kadirin negatif(-) değerlere gittikçe parlaklığın artmasıyla değiştiğini bilmemiz gerekiyor. Dünya’dan Ay’ın ortalama -13 kadir ve Güneş’in -27 kadir olarak göründüğünü düşünecek olursak; o ana kadar oldukça sönük ve sıradan olan bir yıldızın, ani bir patlamayla böyle bir parlaklığa erişmesi oldukça alışılmadık bir durum. Ali bin Rıdvan Batlamyus‘un Tetrabiblos adlı eserine yaptığı tefsirde güney tarafında olduğunu not ettiği bu patlamanın, boyutu Venüs’ünkinin 2.5-3 katı kadar olan dairesel bir cisim olduğunu ve parlaklığının Ay’ın çeyreği kadar (ya da biraz daha fazla)  olduğunu ve bu yüzden gündüz bile oldukça net bir şekilde görülebildiğini belirtiyor.

SN 1006’ya dair yaptığı gözlemlerin haricinde, zodyak kuşağındaki 12 burçtan geçen kuyruklu yıldızların astrolojik yorumlarıyla ilgili bir çalışması da bulunmaktadır. Yurt dışında Haly Abedrudian olarak da tanınan biliminsanının, tümevarım alanında yaptığı çalışmalarla bu konuya katkı sağladığı düşünülmektedir. Amerikalı ünlü bilim tarihçisi Alistair Cameron Crombie’ye göre, indüksiyon fikrinin geliştirilmesinde de payı vardır.

Bunlara ek olarak, Mısır’ın çok sağlıksız bir yer olduğunu ve havanın (diğer çevresel unsurlarla beraber) bir toplumun sağlığı için en önemli faktör olduğunu savunan düşünen İbn-i Cemaz’a hitaben, Mısır’daki bedensel engellerin önlenmesi ve tedavisi üzerine bir tez yazmıştır.

Kaynaklar: 

https://en.wikipedia.org/wiki/Ali_ibn_Ridwan

https://www.sciencedaily.com/releases/2012/09/120927091538.html

Yazan: Mina Meşe

Paul Dirac ve Antimaddenin Keşfi

Paul Adrien Maurice Dirac geçmiş yüzyılın en göze çarpan fizikçi ve matematikçilerinden biridir. Paul Dirac antimaddenin varlığını öngören meşhur Dirac denklemi sayesinde 1933 yılında Nobel Ödülü’nü Erwin Schrödinger ile paylaşmıştır.
Paul Dirac, Bristol Üniversitesi’nde elektrik mühendisliğinden 1921 yılında mezun olduktan sonra, yine Bristol Üniversitesi’nde 2 sene matematik alanında çalıştı. Matematik çalışmasının ardından Cambridge’te St. John’s Koleji’nde araştırmacı olarak çalışmaya başladı ve 1926 yılında doktorasını tamamladı. Ertesi sene orada akademik üye olarak çalışmaya başladı ve 1932’de Cambridge’te matematik profesörü ünvanını aldı.
Paul Dirac’ı Nobel Ödülü’ne götüren asıl çalışması Albert Einstein’ın 1915’te yayımladığı genel görelilik teorisiyle, elektronların enerji seviyelerini açıklayan kuantum teorilerini 1928’de birleştirerek rölativistik (ışık hızına yakın) bir hızda hareket eden elektronların davranışını açıklaması olmuştur.

Denklem ne kadar güzel olsa da, sanki denklemin bir sorunu varmış gibi görünüyordu, çünkü denklemin iki sonucu vardı. Bir sonuç negatif yüklü bir elektron içindi, diğer sonuçsa çok ilginç bir şekilde pozitif yüklü bir “elektron” içindi. Denklem negatif enerjili elektronların da olabileceğini gösterse de, klasik fizik bir parçacığın enerjisinin pozitif olmasını zorunlu kılıyordu. Dirac denklemi, var olan her parçacığa karşılık gelen ve her özelliğinin aynı, fakat sadece zıt yükünde bir parçacık daha olması gerektiğini gösteriyordu. Bu maddeler antimadde olarak tanımlandı. Yani her bir elektron için, her yönüyle aynı ama pozitif yüklü bir “antielektron” olmalıydı.

Carl Anderson

1932 yılında Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde genç bir profesör olan Carl Anderson, bir bulut odasında kozmik parçacık yağmurlarını çalışırken “pozitif yüklü ve bir elektronla aynı kütleye sahip bir şey” tarafından bırakılmış bazı izler gördü. Neredeyse bir yıllık gözlemlerden sonra bu izlerin antielektronlara ait olduğuna karar verdi. Her biri bir elektronla beraber, bulut odasındaki kozmik ışınların çarpışmalarından oluşmuştu. Carl Anderson antielektrona “pozitron” adını verdi.
Bu keşif kısa bir süre sonra, 1934 yılında Guiseppe Occhialini ve Patrick Blockett tarafından da onaylandı.
Anderson, pozitronun keşfi sayesinde 1936 yılında Victor Hass ile Nobel Ödülü’nü paylaştı. Fizikçilerin aradığı bir sonraki parçacık daha ağır bir parçacık olan antiprotondu ve bir 22 yıl boyunca daha keşfedilemeyecekti.

Ernest Lawrence

1954 yılında Ernest Lawrence, Bevatron adında bir proton hızlandırıcısının inşasını idare etti. Cihazın adı o zamanlar kullanılan “milyar elektronvolt”un simgesi “BeV”den geliyordu. Bevatron, protonları 6,2 BeV’de (şu anki simgesiyle GeV), yani antiproton üretmek için öngörülen enerjide çarpıştırmak için tasarlanmıştı.
“1 Nisan 1954’te manyetik alanda 6 BeV’e denk gelen zayıf bir atım elde edildi. Şiddeti, içerideki nükleer emisyonda oluşan izlerin sayılmasıyla ölçülebildi. Şiddet, akım başına 104 ile 106 protondu,” diyor Edward Lofgren. Bevatron artık çalışıyordu!

1955 yılında Bevatron’daki bir grup tarafından yazılan “Antiprotonların Gözlemi” isimli bir yazıda yeni bir parçacığın keşfinden bahsediliyordu: Her yönüyle protonla birebir aynı, fakat yükü negatifti. Hemen bir sene sonra, 1956’da Bevatron’da çalışan ikinci bir takım da antinötronun keşfini açıklayan bir makale yayınladı.

1995 yılında, Walter Oelert tarafından yönetilen bir takim CERN’de antihidrojen atomlarını yaratmayı başardı. Antiprotonlar ve ksenon atomlarının çarpıştırılmasıyla 3 haftalık bir süre içerinde 9 tane antihidrojen atomu üretildi. Her biri yaklaşık saniyenin kırk milyarda biri kadar varlığını sürdürdü. Neredeyse ışık hızında hareket eden bu atomlar 10 metrelik bir yol katettikten sonra normal madde ile çarpışarak yok oldu. Bu yok olma iyi bir şeydi çünkü antiatomların oluştuğunu gösteriyordu.

Antimadde ile ilgili en kafa karıştırıcı sorulardan biri ise evrende neden maddenin antimaddeden daha fazla olduğu. CERN’de yapılan deneylerde, bir tılsımlı kuark ve bir yukarı veya aşağı antikuarktan oluşan D-mezonların, normal bir parçacık ile bir antiparçacık arasında sürekli salınım yaptığı gözlemlendi. Bu olay daha önce K-mezonlarda ve B-mezonlarda da gözlenmişti. Ancak bazı durumlarda bu salınım olayı, mezonun antimezona dönüşmesi ve bunun tersi farklı oranlarda oluyordu. 1960’larda yapılan deneyler K-mezonun antiparçacıktan normal parçacığa geçmesinin daha olası olduğunu ve 2010 yılında Fermilab’de yapılan bazı gözlemler ise bunun B-mezonlar için de doğru olabileceğini gösterdi. Bunlar yük-parite ihlali (Fizik yasalarının madde ve antimadde için simetrik olması prensibinin istisnası) olarak bilinen bir olayın örnekleri. Bu ihlal evrenimizin neden maddeden oluştuğunu açıklamakta belki bize birazcık yardımcı olabilir. Fizik son yüzyılda ne kadar hızlı bir gelişim göstermiş olsa da hala bilmediğimiz birçok şey ve antimadde konusunda aydınlatılmayı bekleyen sorularımız var. Bunların en azından bir kısmını açıklayabilmek ise geleceğin fizikçilerine düşüyor.

Yazarlar: Ege Özkoç – Ulaş Can Yazar

Kaynakça: https://timeline.web.cern.ch/timelines/The-story-of-antimatter

https://www.nobelprize.org/nobel_prizes/physics/laureates/1933/dirac-bio.html

http://www.physics.org/article-questions.asp?id=121

Behram Kurşunoğlu

Albert Einstein’ın genel görelilik kuramı’nın elektromanyetizma ile birleştirilmesi üzerine çalışmalar yapan, ”Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi”  ismiyle yeni bir teori ortaya çıkaran, fiziğin 20.yüzyılda yaşamış en önemli bilim insanlarından biri olan Behram Kurşunoğlu’nun bilim dolu hayatını sizlerle paylaşmak istedik.

14 Mart 1922’de  Çaykara, Trabzon’da  doğan  Behram Kurşunoğlu aslen Bayburt’un Merkez ilçesine bağlı Aydıncık köyündendir. Liseyi Trabzon’da okuduktan sonra Ankara Üniversitesi ve Edinburgh Üniversitesi’nde fizik öğrenimini tamamladı. Cambridge Üniversitesi’nden ünlü fizikçi Paul Dirac’ın danışmanlığında fizik doktorasını aldıktan sonra 1958 yılında Amerika Birleşik Devletleri‘nde Florida’ya taşındı ve çalışmalarının büyük bir kısmını burada sürdürdü. 1940’ların sonuna doğru Cambridge’teki doktora çalışmaları sırasında Albert Einstein ile mektuplaşmaya başladı ve 1953 yılında Einstein, Cornell Üniversitesi’ne araştırmalar yapmak üzere gelince bir davet aldı ve orada Einstein ile  4 saat süren bir görüşme gerçekleştirdi. Bu sırada Kurşunoğlu 31, Einstein ise 74 yaşındaydı.  Bu görüşme sonrasında Kurşunoğlu, Albert Einstein ve Erwin Schrödinger ile birlikte simetrik olmayan yerçekimi kuramları üzerinde önemli çalışmalarda bulundu.

Behram Kurşunoğlu, askerlik görevini yapmak üzere 1955’te Türkiye’ye döndü. Görevini tamamladıktan sonra Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun kuruculuğunda bulundu ve Genelkurmay Başkanlığı’na danışmanlık yaptı. Bir dönem Birleşmiş Milletler Bilim Komisyonu’nda çalışan Kurşunoğlu, 1958 yılında Amerika’ya geri döndü ve Miami Üniversitesi’ne profesör oldu. Behram Kurşunoğlu, genç yaşında dünya fizikçileri arasında saygın bir konuma erişmişti.

Berham Kurşunoğlu, Miami Üniversitesi’nde Ders Anlatırken

Amerika’da yaptığı çalışmaların yanı sıra Global Foundations adlı, Amerika’nın önemli araştırma merkezlerinden birine de başkanlık yaptı. 1965’te Miami Üniversitesi’nde ”Teorik Fizik Çalışmaları Merkezi” ni kurdu ve başkanı seçildi. Merkezde düzenlenen bir başarı ödül töreninde, Nobel kazanmış 22 bilim insanıyla birlikte yeryüzünün en tanınımış fizikçilerinden biri olarak takdim edildi. Yine 1965 yılında, Carl Gables’ deki merkezde 1992 yılında emekli olana kadar doktora sonrası çalışmalar düzenleyerek bilim insanları eğitmiş ve zaman zaman buraya gelen bilim insanları ile bir forum oluşturdu. Bu merkeze gelen kişilerin 35’i Nobel ödüllü bilim insanlarıydı. 1992 yılında merkez kapatıldı.

Behram Kurşunoğlu, çalışmalarının büyük kısmı ” Birleşik Alan Kuramı” üzerinedir. İleriki yıllarda çekirdek enerjisi ile ilgilendi. ”Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi”ni ortaya attıktan sonra dünyada bir üne kavuştu. Konu, Einstein ve Schrödinger tarafından da yıllarca incelenmiştir.

Kurşunoğlu, çalışmasını şu sözlerle açıklar:  ”Evrende temel ve manyetik yükler bulunmaktadır. Orbitron teorisi adını taşıyan bu teori evrendeki kurumsal çalışmalarımı içine almaktadır. Kainatın meydana gelişini izah eden ‘Big Bang’ isimli popüler teori yerine bilim ve deneylerle ortaya çıkardığım teorim her şeyin başı olan bu konuyu bilmeyi izah etmektedir. Evrenin yaratılması ilk 2-3 saniye içinde, evrenin büyük kısmını teşkil eden 10 üssü 80 parçacık meydana geldi. Zamanın başlangıcından önce evreni kaplayan zaman öncesi güçlerin alanı vardı. Milyarlarca sene sonra bu alan çok yüksek yer çekimi sebebiyle çöktü ve bir atomdan trilyonlarca kere küçük “mikrokaradelikler” denilen siyah mikro delikler ortaya çıktı. Bu deliklerin yarısı maddeden zaman öncesinde başlayan büyük bir yangınla evrene dağıldı. Madde ile karşı maddenin birbirinden parçalanma neticesinde ayrılınca yeni parçacıklar, zamanla yıldızlar, gezegenler, karşı gezegenler ve insanlar, çok muhtemelen de karşı insanlar yaratıldı.” Prof. Kurşunoğlu kara mikro delikleri de şöyle açıklıyor: “Aklın alamayacağı kadar büyük yer çekiminde meydana gelen mikro siyah delikler hemen hemen “0” boyuta yakın ve protonun 1 milyon misli ağırlıkta yeni parçacıklar. Bu ağırlık ise 1’in 10 milyonda biri ağırlıkta. Yani tespiti mümkün olamayacak ölçüde az ağırlıkta”

1972 yılında Cumhurbaşkanlığı Bilim Ödülü, 2001 yılında bilime katkılarından dolayı Atatürk Özel Ödülü verildi.  Ölmeden önce dünyaya ve tüm insanlığa kalıcı bir eser bırakmak amacıyla bir kitap yazmış ancak ölümünden dolayı kitabı yayınlanamamıştır. Türkiye ve tüm dünya için çok önemli bir bilim insanı olan Behram Kurşunoğlu, 25 Ekim Günü, 82 yaşında iken ABD’nin Miami şehrinde vefat etti. Hayatını bilime adamış bu büyük bilim insanımızı saygıyla anıyoruz.

”Eninde sonunda akıl ve bilim galip gelecektir!” – Behram Kurşunoğlu

Yazan: İlkcan Erdem

Tanıştığım İlk Kadın Fizikçi

ODTÜ AAT takipçilerimizin de bildiği gibi, perşembe günleri bizim etkinlik günümüz. Bu haftaki etkinliğimiz ise bir söyleşiydi. 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması nedeniyle ‘Fizik Dünyasının Kadınları’ adlı bir söyleşi düzenledik. Söyleşide konuğumuz ODTÜ Fizik Bölümü hocalarından Hande Toffoli idi ve bu söyleşi – buraya tam olarak hangi kelimeyi koyacağımı bilememekle beraber – güzel anlamda farklı geçti. Sizinle paylaşmak istiyorum.

Küçükken açıkçası fiziğe pek bir ilgim yoktu ve fizik ile ilgilenen insanların normal olmadığını düşünürdüm. Sonradan ilgim artınca bunun sadece bir hobi olabileceğini ve kadın için uygun bir alan olmadığını söylemeye başlamışlardı. Haklı gibi duruyorlardı çünkü çevremde fizik öğrencisi bir kişi vardı ve o da erkekti. Okuldaki fizik öğretmenlerim, dershanedekiler falan da hep erkekti. Tanıdığım ilk fizikçi kadın Hande hoca oldu. Yılın başında düzenlenen Genç Fizikçiler Hoşgeldiniz etkinliği vardı. O zaman 2 erkek hocamız ile söyleşiye katılmıştı ve kendisine ayrılan vakit kadar kendisinden bahsetmişti. Bugünkü söyleşide daha yakından tanıdım kendisini. Hatta adını az önce öğrendim ama bu tamamen benim isim hafızamın kötü olmasından kaynaklı… Nelerden konuştuk biraz da onlardan bahsetsem iyi olur artık.

Katıhal fiziği çalışan hocamız; uzun zamandır ODTÜ’de çalışıyormuş ve bir kadın olarak, bilim hayatında ne yaptın sorusu ile ilk defa karşılaşmış. Çevremin aksine hatta birçoğumuzun aksine; ‘Fizik kadın işi değil.’, ‘Aaa kadın olmana rağmen fizik mi okuyorsun?’ cümleleri ile karşılaşmamış. Bildiğiniz bayağı normal, olası, karşılanmış yani. Sanırım ilk defa böyle bir insan tanıdım, ki kendisi de böyle bir durumun farkına varmadığını da belirtti. Zaten üniversitemizde de sınıflarda kız ve erkek öğrenci oranı neredeyse aynı, onun zamanı da dahil olmak üzere (Fen-Edebiyat Fakültesi). E haliyle, kadın olmak üzerinden dile getirilen olumsuz yorumlar ona bizim tarafımızdan tanıtılırken gerçekte olmayan bir Türkiye’den bahsedildiğini düşünüyordu. İşin ilginç kısmı ise, bu ayrıma Amerika’ya doktora yapmaya gittiği zaman varmış olması. Çünkü 36 kişilik sınıfta sadece 5 kadın öğrenci varmış. Sanırım bunları kendim duymamış olsam inanmazdım.

Birçok mühendis ve matematikçi arasında büyüyen Hande hocamızın babası da fizikçi olunca çok şaşırmamak lazım. Bilim dünyasında genel olarak yapılan ayrımcılıklardan da konuştuk ama ilgimi çeken birkaç nokta vardı bunların dışında. Örnek vermem gerekirse; hepimiz yapamayınca bırakmak isteriz, yoruluruz, ‘Tamam ya buraya kadarmış’ falan deriz. Hatta birileri gelsin de manevi destek versin isteriz. Ha işte karşımda öyle bir kadın yoktu. Biz yaparız niye yapamayalım ki tarzı biriydi. Çok inatçı bir yapıya sahip olduğundan ve okulu her ne kadar derece ile bitirse de doktora sırasında diğerlerine göre yetersiz hissettiğini belirtti. Yılmak, usanmak, sıkılmak yerine çok çalıştığından bahsetti ve ‘Kimse çok zeki değildir çok çalıştım.’ diye de ekledi.

“Peki, idol olarak gördüğünüz biri de mi yoktu hiç?” sorusunu sormamak olmazdı. Bir kişiyi örnek almayı zaten doğru bulmuyor, örnek alacağı kişinin yaşını da çok önemsiyor kendisi. Farklı farklı kişilerin ön planda olduğu konularda örnek aldığı insanlar olmuş. Ben de bugün Hande hocayı, mesleki hayatı ve hayata bakış açısı olarak kendime örnek alabileceğimi fark ettim. Ve daha birçok konudan konuşuldu; özel hayatı, evlilik dönemi, doktorası…Belki bu yazı buraya kadar okumanıza değmedi ama ne demişler ‘İçimden bu geldi.’

En çok da söyleşide geçen ve Özgürcan’ın alıntıladığı şu cümleler, fizikçi olmanın “aslında” ne demek olduğunun özeti niteliğindeydi…

‘Fizikçi olmak popüler bilim kitabı okumak değildir. Sancılı bir süreç, düşünüldüğünden çok daha fazla emek gerektiren bir şey. Fizikçi olmak, ‘cool, acayip zeki’ gibi gözükebilir. Ama araştırma, öğretmenlik ve bürokrasi ile sizi meşgul eden bir alan burası. Siz lisans öğrencisisiniz, yol yakınken bunu iyi öğrenin.’

Söyleşinin tamamını facebook sayfamızdaki canlı yayın videolarından bulabilirsiniz. Teşekkür etmek gerekirse, öncelikle bize vakit ayırıp sorularımızı cevapladığı için Hande Toffoli’ye, sonrasında da siz okuyucularımıza okuduğunuz için teşekkür ederim. Astronomiyle kalın…

Yazan: Aylin Açıkgöz

Kütüphane ve Ay

AAT’nin etkinliği bittikten sonra dışarı çıkıp hava almıştım. Tam müzik dinleyerek sıkıcı yurt odasına gitmeye koyulmuştum ki, biraz daha zaman kazanmak için, önce kütüphaneye doğru bir tur atmaya karar verdim. Baktım ki Ay, okulun en sevdiğim yerlerinden biri olan kütüphanenin üstünde, bulutların arasından bir ışıldıyor bir yok oluyor. Belki güzel bir fotoğraf çekebilirim umuduyla topluluk odasına gidip makineyi ve tripodu kaptım. İyi olduğunu düşündüğüm bir açı yakalayıp iki üç poz çekmiştim ki uzaktan Çağrı ile Cansu’yu gördüm. Koşup önlerini kestim. 😀

Yazan: Seda Baştürk

Dilhan Eryurt’un İzinden (II)

Yazının ilk kısmı için: Dilhan Eryurt’un İzinden

Dilhan Eryurt, sonrasında ABD Bilimler Akademisi bursu ile NASA’nın New York’taki Goddard Uzay Araştırma Enstitüsü’nde görev alır. Uzay ve yer bilimleri üzerine çalışmalar yapan enstitüde bu konuda çalışan tek kadındır. Burada astrofizik ve yıldız yapıları üzerine ders almaya ve çalışmaya başlar. Burada Kanada’da çalışma fırsatı bulduğu Dr. Cameron da vardır. Çalışır, çalışır, çok çalışır… Bursunu üç kez üst üste uzatır. Artık esas kadroya alınmıştır. Maaşı hakkında da şunları söyler:

“İlk yıl belli bir burs ücreti alıyordum. İkinci yıl kurallara göre 500 dolar kadar bir artış yapıyorlardı. Ben ertesi yıl da 3. kez bursu alınca, esas kadroya alındım. Birlikte çalıştığımız Prof. Cameron bana dönüp ne kadar para alacağımı sordu, bilmediğimi söyleyince yanıtını de yine kendisi verdi. Öyle bir ücret veriyorlardı ki, hayal etmeme bile olanak yoktu. Hemen, ‘Ama bu çok büyük para, her halde çok sıkı çalışmam gerekecek,’ deyiverdim. Profesör de ‘Aptal olma, sen bunu hak ediyorsun,’ diye çıkıştı.”

Eryurt, devamında Cameron ile Güneş evrimi üzerine çalışmalar yapar. Güneş hakkında bilinen çok önemli bir yanılgı gün yüzüne çıkmıştır: Aslında Güneş başlangıçta soğuk değil daha da sıcaktır ve gitgide soğumaktadır. Bu konuda Prof. Cameron ile çalışarak modeli tekrar oluşturur, 1963 senesinde hocası ile beraber bir makale hazırlar ve “The Early Evolution of the Sun” adı ile yayınlar. Dilhan Eryurt bir TRT belgeselinde bu konuyu şöyle açıklar:

“Gayet mükemmel bilgisayar sistemleri mevcuttu, ve biz Güneş’in oluşumundan bugünkü durumuna kadar durumuna kadar teorik [bir] model hesapladık. … Güneş bizim için en yakın yıldızdır. Güneş’in kütlesi, yüzey sıcaklığı, parlaklığı ve bir de yaşı oldukça kati olarak bilinmektedir. Teorik [olarak] Güneş’in oluşumundan başlayıp modeller kurarsak ve bunları muhtelif zaman aralıklarındaki durumunu inceleyip de nihayet 4,5 milyar yıl sonraki bir model elde edersek ve bu teorik model bugün Güneş’in bize gönderdiği ışınımı veriyorsa, yüzey sıcaklığı bugünkü değerine eşitse [işte] o teorik model Güneş’i temsil eder. Ve biz bu çalışmamızda o zamana kadar bilinenden daha değişik bir sonuca vardık, ve Güneş’in ilk devirlerindeki parlaklığının şimdikinden çok daha fazla olduğunu, yavaş yavaş azaldığını, içinde termonükleer reaksiyonlar başladıktan sonra bugünkü durumuna eriştiğini bulduk. Eğer Dünya’mız Güneş’in ilk devirlerindeki çok sıcak etkide kalmışsa, o zaman Güneş’i oluşturan maddelerin kimyasal fiziksel yapılarında bazı değişimler olmuştur. Tabii bu söz aynı zamanda Dünya’nın uydusu olan Ay için de doğrudur. O sıralarda Ay’a gidecek astronotlar hazırlıklar yapıyorlardı. Tabii bunların bilinmesi Ay’a gidecek astronotların karşılaşacakları ortamlar açısından da önem taşıyordu.”

Dilhan Eryurt, 1969 yılında NASA tarafından çok az bilim insanına nasip olan Apollo Başarı Ödülü’ne layık görülür. Ayrıca bu çalışmaları sebebiyle yabancı uyruklulara o dönem verilmeyen kıdemli araştırma ünvanını da almıştır.

Dilhan Eryurt, üzerinde çalışmış olduğu yıldız modelleri oluşturma ve yıldızlardaki termonükleer ilişkileri inceleme konularını, dünya çapında çalışmalara açan birkaç kişiden biri olmuştur.

İşte bir bilim insanının, bilim dünyasına kattıkları…

Artık sıra memleketine dönerek, bu ilmi kendisinden sonra devam ettirecek gençler yetiştirme zamanıdır. Eryurt, 1 yıl boyunca Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) misafir hocalık yapar, bölümde astrofizik derslerini başlatır. Ülkemizde bilimin gelişmesi adına Amerika’da bilimsel toplantılara katılır. Astronomların bir araya geldiği ve fikir alışverişi yaptığı bu toplantılarının bir benzerini de ülkemizde yapmak ister. TÜBİTAK’ın da desteğini alarak 1. Ulusal Astronomi Kongresi’ni ODTÜ’de gerçekleştirir. Tabii o zamanlar koca ülkede sadece 25 astronom vardır ve hepsi de bu kongreye katılmıştır. Sonrasında bir gelenek haline gelen bu kongre, iki yılda bir belirlenen bir üniversitede yapılmaya devam etmektedir.

Dilhan Eryurt 1969 yılında NASA’ya döner ve Dr. Cameron ile bilimsel çalışmalarına devam ederek yeni çalışmalara ve makalelere imza atarlar. 1973 yılında ODTÜ’ye geri dönerek burada Astrofizik Anabilim Dalı’nı kurar. Böylece birçok öğrenci bu alana yönelecek ve önemli çalışmalara imza atacaktır. Bu çalışmaların karşılığında 1977’de TÜBİTAK tarafından “Bilim, Hizmet ve Teşvik Ödülü” ile ödüllendirilir.

Eryurt, ODTÜ’de 6 ay Fizik bölüm başkanlığı, sonrasında 5 yıl boyunca da Fen Edebiyat Fakültesi’nde dekanlık yapar. 1991 yılında ODTÜ kampüsünde bir gözlemevi kurulmasını sağlar, fakat ne yazık ki bu gözlemevi artık kullanılmamaktadır. Halen Saklıkent, Antalya’da faaliyet gösteren TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nin yapılmasına da katkı sağlar. Eryurt, 1993’te ise emekliliğine ayrılır.

Gazete sayfalarında küçük bir yer alarak basına yansımış bir vefa borcundan da bahsetmek istiyorum. Bir internet haberinde bahsedildiği üzere; Dilhan Eryurt’un eşi, eski Erzurum milletvekili Sebahattin Eryurt dönemin Erzurum Milli Eğitim Bakanı Fevzi Budak’ı arayarak, “Evladım hayatımın son dönemlerini yaşıyorum. Ne kadar daha yaşayacağımı bilmiyorum. Eşimle birlikte devletin çeşitli kademelerinde görev yaparken biriktirdiğimiz bir miktar paramız mevcut. Bu birikimlerimizi, her şeyimle bağlı olduğum Erzurum eğitimine bağışlamak istiyorum. Bana bu birikimlerimizi Ankara için harcamam teklif edildi. Ama ben kabul etmedim,” der. Yıllarca devlete çeşitli kademelerde hizmet etmiş karı-koca, biriktirmiş oldukları tüm servetlerini Erzurum Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağışlamışlardır. 800.000 TL’lik bağış şartlıdır: Bir kısmı ile Erzurum merkezine anaokulu, kalan kısmı ile Pasinler ilçesine 100 öğrenci kapasiteli bir kız yurdu yaptırılacaktır. Çocukları olduğu halde neden tüm servetlerini bağışladıkları sorusuna ise kısa ama anlamlı bir cevap verirler: “Ömrümüzün sonuna geldik, memlekete vefa borcumuzu ödemek istedik.”

Ve Dilhan hocamız, 2012 yılında hayata gözlerini yumar…

Dilhan Eryurt’a bilim dünyasına kattığı, ülkemizde bilimin ve eğitimin gelişmesi için yaptığı her şey için teşekkür ederiz. Kendisi bizlere yol gösterici ve büyük bir örnek teşkil etmektedir.

Dilhan Eryurt arkasında sadece büyük başarılar bırakmaz. Kendisi gibi birçok öğrenci yetiştirir ve onlar da başka öğrenciler… Mesela Halil Kırbıyık. TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nin müdürü olan hocamızdan bir yazı istedim ve sağ olsun kırmadı. Söze ise “Şüphesiz daha söylenecek pek çok şey var…” ile başladı:

“Prof. Dr. Dilhan Ezer Eryurt ile 1968 yılından itibaren, emekliliğine kadar öğrenci-öğretmen-idareci, meslektaş ve arkadaş olarak yaklaşık 25 yıl beraber çalıştık. Bunun son 5 yılı ortak idareciliktir.

Tasarrufta aşırı titizlik gösterdiğini hatırlıyorum. Bir gün Dekanlık’ta otururken, “Bir şeyler yazmak için kağıt gerekiyor,” dedi. Ben hemen dosya kağıdı almak için ayağa kalktım ve getirmek için hamle yaptım. Bana “Dur, burada var,” dedi. Masasının sağ alt kısmından bir tomar eski samanlı kağıtlardan çıkardı. Ben “Hocam, ben temiz kağıt getireyim,” dedim tekrar. Ancak “Gerek yok, bunlar idare eder,” dedi. Sonra ben ona, “Bu kağıtları nereden buldunuz?” dedim. Çünkü o kağıtlar artık kullanılmıyordu. Dilhan Hanım da “Öyleyse hikayesini anlatayım,” dedi. “Bu kağıtlar babamın 1940’lı yıllarda bürokratlık yaptığı dönemlerden kaldı, evde duruyorlardı. Bunları şimdi müsvedde kağıdı olarak kullanıyorum; beyaz temiz kağıtları başka, daha önemli işlere kullanırız,” diyerek sözü bağladı. Devlette israfı önlemek için babasından 45-50 yıl önceden kalan kağıtları kullanarak devlet bütçesine katkıda bulunmayı yeğliyordu.

Bu anı benim belleğimde hep yer etmiştir. Zira pek çok bürokratın veya devlet görevlisinin bir makama getirildiğinde ilk işinin odasını tefriş etmek, pahalı şeylerle dekore etmek veya donatmak olduğuna şahit oldum.

Prof. Eryurt çalışmalarında ulusal ve uluslararası iş birliğine çok önem verirdi. Ancak merkez üssün ülkemizde, ODTÜ’de olması için çok çaba sarf etmiştir. Bunun için öğrenci yetiştirmenin önemine her zaman vurgu yapmış ve yüksek lisans ile doktora öğrencileri yetiştirmiştir. Bu çabası sonunda meyve vermiş, ODTÜ merkezli uluslararası projeler yapılmaya başlanmıştır.

Araştırmalarında kaliteye her zaman önem vermiş ve bu yönde bizleri hep teşvik etmiştir. Çalışmaları, daha çok yıldız yapısı ve evrimleri, ve özellikle Güneş üzerine olmuştur. Bu alanlarda evrensel ölçütlerde 50 civarında yayın yapmış, bu çalışmalarına yabancı müelliflerden [yazarlardan] verilen pek çok atıf almıştır. Güneş ile ilgili hala çözülememiş olan nötrino problemi üzerinde araştırmalarını geliştirmiş ve problemi çözme yönünde önemli katkılar sağlamıştır. Katıldığım uluslararası toplantılarda alanının tanınmış bilim adamlarının, Eryurt’u bilime katkı yapan üst düzey bilimcilerin arasına koymaları beni her zaman duygulandırmıştır.

TÜBA ve ulusal-uluslararası mesleki derneklerin de üyesi olan sayın Prof. Dr. Dilhan Eryurt gibi bir bilim kadının ülkemizde yetişmiş olmasından ne kadar gurur duysak azdır.”

Biz de ODTÜ Amatör Astronomi Topluluğu olarak, hocamız Dilhan Eryurt’un adını verdiğimiz bir gelenek başlatmak istiyoruz. Lisans, lisansüstü, doktora öğrencilerinin katılıp araştırmalarını, çalışmalarını, elde ettiği verileri sunabileceği, böylece özgüven kazanıp eksiklerini görecekleri, aynı alanda çalışmalar yapan başka üniversitelerden öğrenciler ile tanışıp bilgi alışverişi yapacakları bir etkinliği, 1. Dilhan Eryurt Gökbilim Günü‘nü düzenlemeye hazırlanıyoruz. 22 Nisan 2017 Cumartesi günü gerçekleşecek bu etkinliğimize sizleri de bekleriz. Astronomiyle kalın…

Ayrıca, Dilhan Eryurt hakkındaki bu videoları da izlemeniz tavsiye edilir:

https:/youtu.be/rG9p0CUvbjE

Kaynakça:
https://medium.com/@_tanricabastet_/kadın-hikayeleri-dilhan-eryurt-58df2cda94b
http://www.acikbilim.com/2012/03/dosyalar/gokyuzu-kadinlarindir.html
http://fizikciler.info.tr/index.php/13-fizikciler/79-dilhan-eryurt
https://tr.wikipedia.org/wiki/Dilhan_Eryurt
http://www.focusdergisi.com.tr/bilim_insanlari/soylesiler/00462/
Gökyüzü bülteni, 57. sayı

Yazan: Aylin Açıkgöz