gokyuzu.org

Annie Jump Cannon: Gökyüzünün Sayım Memuru

Hesaplama işlemleri için bilgisayarlar hayatımıza girmeden önce bütün verileri analiz edip gerekli işlemleri yapmak “insan bilgisayarların” göreviydi. Belirli alanlarda yetenekli insanlar bir araya gelerek kendilerine verilen görevleri yerine getiriyorlardı. Bu insan bilgisayarların bulunduğu bir yer de Harvard Üniversitesi Gözlemevi’ydi.

Harvard Üniversitesi Gözlemevi bünyesinde kadın asistan çalıştırmaya 1875’te başladı. Daha sonra 1881 yılına geldiğimizde 4. Harvard Gözlemevi Müdürü Edward Charles Pickering kadın bilgisayarları işe almaya başlamıştı. Pickering, kadınların daha sabırlı, detaycı olduklarını ve gerekli ekipmanları kullanmak için erkeklerden daha küçük ellere sahip olduklarını düşünüyordu; bu yüzden onları işe alıyordu. Ne yazık ki, aynı iş için kadınları çalıştırmanın erkekleri çalıştırmaktan daha ucuz olduğunu da itiraf ediyordu. Fotoğraf levhalarını incelemeyle işe başlayan kadınlar daha sonra yıldızları sınıflandırdı, değişen yıldızları keşfetti, yıldız spektrumlarını çalıştı, galaksileri saydı ve daha nicesi…

Bu yazıyı yazma amacım da sizlere kariyerine Harvard insan bilgisayarı olarak başlayan Annie Jump Cannon’dan bahsetmek.

Annie Jump Cannon, öncelikle günümüzde kullandığımız yıldız sınıflandırma metodunun öncüsü olarak tanınır. Bu metod, yıldızları sıcaklığına göre sırasıyla O, B, A, F, G, K ve M harfleri altında sınıflandırır. En sıcak yıldız O harfi ile sınıflandırılırken, en soğuk yıldız M harfi olarak sınıflandırılır. Bizim yıldızımız Güneş ise G sınıfından bir yıldızdır. Bu sıralamayı kolayca akılda tutabilmek için ise şöyle bir kod yaratmıştır Cannon: Oh! Be A Fine Girl- Kiss Me!

Cannon, 11 Aralık 1863 tarihinde Dover, Delaware‘de doğdu. Ona astronomi alanındaki merakını aşılayan kişi annesiydi. Beraber çatı katında küçük bir gözlemevi oluşturdukları da bilinir. Cannon, Wellesley Üniversitesi’nde fizik ve astronomi eğitimi aldı. 1884 yılında mezun olduktan sonra ailesinin yanına geri döndü. Orada kızıl hastalığına yakalandı ve bu hastalık kalıcı olarak duyma yetisine zarar verdi. 1893 yılında annesinin ölümünden sonra evden tekrar ayrıldı ve Wellesley’e dönerek lisansüstü dersler almaya, Profesör Whitening’e fizik kurslarında yardım etmeye başladı. 1895 yılında Radcliffe İleri Araştırma Enstitüsünde, Harvard Üniversitesine bağlı ve kadınların da eğitim alabildiği bir kurum, astronomi kursuna kayıt oldu.

1896 yılında Radcliff’deki kursu bitince Wellesley’deki pozisyonundan ayrılarak Harvard Gözlemevi’nde çalışmaya başladı. Fotoğraf levhalarındaki spektrumlar yardımıyla yıldızları daha iyi sınıflandırmak için çalışıyorlardı. O sıralar Williamina Fleming bir sınıflandırma sistemi geliştirmişti. Bu sistem yıldızları A harfinden Q harfine kadar spektrumlarında görülen hidrojen çizgilerine göre sınıflandırıyordu. Fleming’in çalışması daha sonra başka bir Harvard bilgisayarı olan Antonia Maury tarafından geliştirildi.

Cannon, bu iki çalışmayı daha basit bir hale dönüştürdü. Cannon’ın sistemi bazı değişikliklerle de olsa bugün hala geçerliliğini koruyor. Günümüzde kullandığımız Morgan-Keenan sınıflandırma sistemi OBAFGKM sırasını hala kullanıyor; fakat yıldızların türünü daha iyi tanımlamak için onları parlaklık sınıfı altında da bölüyor.

1918 ve 1924 yılları arasında Cannon ve bazı iş arkadaşları dokuz ciltlik Henry Draper Kataloğunu yayınlamak için çalıştılar. Henry Draper Kataloğu içinde birçok yıldızı sınıflandırılmış halde bulunduran bir katalogdur. Cannon’ın sınıflandırma yöntemi bu kataloğu oluştururken büyük önem taşımıştır.

Cannon, gözlemevinde çalışırken Pickering tarafından astronomi fotoğrafları koleksiyon yöneticisi olarak terfi ettirildi. Fakat bunu zamanın Harvard rektörü Lowell kabul etmedi ve ayrıca Cannon’ın isminin üniversitenin kataloğunda, diğer atanmış isimlerin yanında, olmasına karşı çıktı. Cannon bu görevine 1911 yılında başlamış olsa da, resmi olarak atanması 1938 yılında gerçekleşti. Sorumlulukları arasında koleksiyonla ilgilenmek ve Pickering’in tahsis ettiği astronomi incelemelerini denetlemek vardı.

Cannon, hayatı boyunca birçok ödül kazandı ve çoğunda ilk oldu. Bunlardan bazıları: Amerikan Astronomi Topluluğunda seçilen ilk kadın yetkili, Oxford Üniversitesinden fahri doktora alan ilk kadın (1925), Ulusal Bilimler Akademisi tarafından verilen Henry Draper Madalyasını alan ilk kadın (1931). 1932 yılında Association to Aid Scientific Research by Women tarafından verilen Ellen Richard ödülünü kazandı. Bu ödülden kazandığı parayı Astronomide Annie Jump Cannon Ödülünü fonlamak için kullandı. Günümüzde bu ödül, Amerikan Astronomi Topluluğu tarafından her sene astronomi ya da ona benzer alanlarda doktora eğitimini beş sene içinde tamamlayan kadınlara veriliyor.

13 Nisan 1941 yılında hayatını kaybeden Cannon, yaşamı boyunca 350.000’den fazla yıldızı sınıflandırdı. Söylentilere göre bir yıldızın spektrumuna bakarak onu üç saniye içinde sınıflandırabiliyordu. Cannon’a göre yıldız spektrumlarını çalışmak sadece bir görev değildi, o daha çok her spektrumun harika bir dünyaya açılan kapı olduğuna inanıyordu

“Bütün zamanların ileri gelen kadın astronomlarından biri.” diyor Harlow Sharpley, Cannon’ın hayatını kaybettiği sıralardaki Harvard Gözlemevi Müdürü. Cannon, sadece yıldızları sınıflandırmakla kalmadı; bunun yanı sıra 300 değişen yıldız, 5 nova ve bir çift yıldız keşfetti.

Bilim dünyasına katkılarından dolayı Annie Jump Cannon’a teşekkür ediyoruz.

Kaynaklar:
https://platestacks.cfa.harvard.edu/women-computers
https://www.space.com/34707-annie-jump-cannon-biography.html
https://www.womenshistory.org/education-resources/biographies/annie-jump-cannon
http://www.projectcontinua.org/annie-jump-cannon/
https://platestacks.cfa.harvard.edu/about-collection
https://www.britannica.com/biography/Annie-Jump-Cannon
https://en.wikipedia.org/wiki/Annie_Jump_Cannon

Çeviri: İremnaz Yücel

Hakkı Boran Ögelman

ODTÜ AAT olarak 16-17 Temmuz’da düzenleyeceğimiz Hakkı Ögelman Gözlem Geceleri’nden önce size Türkiye’nin önemli deneysel gök bilimcilerinden biri olan Hakkı B. Ögelman’dan bahsetmek istedik.

8 Temmuz 1940 tarihinde İstanbul’da doğan Hakkı B. Ögelman, lise eğitimini Robert Kolej’de tamamladıktan sonra üniversiteyi okumak üzere ABD’ye gitmiş ve Indiana’daki DePauw Üniversitesinde Fizik eğitimini 3 yılda bitirip mezun olmuştur. Daha sonra yüksek lisans ve doktorasına Cornell Üniversitesinde devam etmiştir. Doktora çalışması için uzaydaki temel parçacıkların radyoaktif bozunumundan kaynaklanan en yüksek enerji düzeyindeki gama ışınlarını ölçmek için bir balon deneyinde uçmuş ve sonrasında “Search for Discrete Sources of High Energy Cosmic Gamma Rays” başlıklı teziyle 1966 yılında Cornell Üniversitesi’nden mezun olmuştur.

Doktora sonrası çalışmasını Avustralya’da Sydney Üniversitesinde yaptıktan sonra NASA Goddard Uzay Uçuş Merkezine dönmüş ve burada astronomik gama ışın kaynakları üzerine bir dizi makale yazmıştır. 1969 yılında Türkiye’ye gelerek ODTÜ’de göreve başlamış ve 1970’de Fizik Bölümü Başkanı olmuştur. ODTÜ’de Yüksek Enerji Astrofiziği Grubunu kurmuş; öğrencileriyle birlikte bölüm çatısına, Ege Üniversitesi Gözlemevi’ne ve Gaziantep ODTÜ yerleşkesine kurduğu deney ekipmanlarıyla süpernovalardan gelen yüksek enerjili ışınımın atmosferde oluşturduğu ışığı izleyip süpernova yakalamıştır.

1974-1975 yılları arasını tekrar NASA Goddard Uzay Uçuş Merkezinde geçirdikten sonra ODTÜ’ye geri dönen Ögelman, aynı sene içinde TÜBİTAK Bilim Kurulu’na alındı. Ardından 1977 yılında Çukurova Üniversitesine geçti ve burada Temel Bilimler Fakültesi Dekanı olarak çalıştı. Üniversitede bir Güneş Evi ve Güneş Havuzu kurarak yerel tarım ve ekonomiyi destekleyecek çalışmalar yaptı.

1985 yılında Münih’e taşınıp Garching’deki Max-Planck Enstitüsünde göreve alınmış ve ROSAT X-ışınları gözlem uydusuyla çalışmıştır. Burada kaldığı 6 yıl boyunca Türkiye’den öğrenci ve meslektaşlarını da bu çalışmalara katmıştır. Bu çabası dünyaca tanınan bir yüksek enerji astrofizik grubunun kurulmasına önayak oldu.

1991 yılının başında Madison, ABD’ye taşınmış ve Wisconsin Üniversitesinde yeni bir çalışma grubu kurarak hayatının en verimli çağını yaşamaya başlamıştır. Burada ROSAT ile birlikte çalışarak nötron yıldızları ve novaları ile ilgili yeni keşifler yaptı ve Wisconsin Üniversitesinde 2011 yılının Mart ayına kadar ders verdi. Fakat yemek borusu kanseriyle birkaç ay mücadele etmesinin ardından 4 Eylül 2011 tarihinde Austin, Teksas’ta hayata gözlerini yumdu.

Hakkı Ögelman, Türk astronomi camiasına çok önemli katkılar yaptı. TÜBİTAK Ulusal Gözlemevinin (TUG) kuruluşuna giden yolda bütün astronomi ailesinin katıldığı yer seçimi çalışmalarından, TÜBİTAK desteğinin sağlanmasına; 150 cm’lik Rus-Türk teleskopunun temininden, gözlemevinin açılmasına kadar öncü rol oynadı. ABD, Namibya ve Avustralya’da kurulu ROTSE robotik teleskopunun dördüncüsü onun sayesinde TÜBİTAK Ulusal Gözlemevine getirildi.

Kendisini saygı ve sevgiyle anıyoruz.

Kaynakça:

https://aas.org/node/4438

http://www.tug.tubitak.gov.tr/dokumanlar/kitap/TUG_Kitabi.pdf

http://www.astronomi.org/wp-content/files/webfiles/ebulten/2011-HBO.pdf

Yazan: Ahmet Arda Pektaş

Bedri Süer

Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü, Türkiye’de sayılı üniversitede bulunan öğrencilerin gelecek ve iş kaygısından dolayı çekinerek tercih ettikleri ya da okumaktan vazgeçtikleri bir bölüm. Buna rağmen astronomi ve uzay bilimleri alanıyla ilgilenenler için diğer üniversitelerin fizik bölümü alt dallarından astrofizik alanında çalışmalar yapmak veya astronomi dersleri almak mümkün.

ODTÜ’de ise astronomiye ilginin Fizik Bölümü’nün kurulmasından (1960) çok kısa bir süre sonra başladığını söyleyebiliriz. 1962 yılında ODTÜ’deki ilk astronomi dersleri Matematik Bölümü’nde Bedri Süer tarafından verilmiştir. O zamanlarda astronomi dersinin ne için veya kimin isteği üzerine açıldığı bilinmemekle beraber bu olay ODTÜ Fizik Bölümü için önemli bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor.

Bedri Süer, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü mezunuydu. Eşi Yüksel Süer’le de öğrencilik yıllarında tanışmış.

Ne yazık ki Bedri Süer’in öğrenim hayatı veya sosyal yaşantısı hakkında fazla bilgiye ulaşamıyoruz.

Öğreniminden sonrasına baktığımızda ODTÜ’nün ilk öğretim görevlilerinden biri sayıldığını öğreniyoruz. 1960lı yıllarda Fen ve Edebiyat Fakültesi dekanlığını Prof. Dr. Cengiz Uluçay’ın, Matematik Bölümü başkanlığını da Dr. Yaşar Gönenç’in yaptığı sırada ODTÜ Matematik Bölümü öğretim üyelerinden biriymiş Bedri Süer.

1972-1973 yıllarında Bedri Süer’in öğrencisi olan şimdiki ODTÜ Fizik Bölümü profesörlerinden Selçuk Bayın bize o dönemlerde Bedri Süer’den aldığı astronomi derslerinden bahsediyor. Bedri Süer ismini ilk olarak birinci sınıfta mühendis arkadaşlarından duymuş. O zamanlar mühendisler matematik derslerini Bedri Hoca’dan alırken, Fizik Bölümü öğrencileri matematik bölümünden gelen başka bir hocadan ders alıyorlarmış. ‘Hepimiz arkadaş olduğumuz için mühendislerin dersi bittikten sonra birlikte sohbet ederken Bedri Hoca’nın yine harikalar yarattığını söylüyorlardı.’ diyerek Süer’in çok sevilen ve sayılan biri olduğunu belirtiyor.

İkinci sınıfa geldiğinde ise astronomiyle ilgilenmeye başlamış Selçuk Bayın. Bölümden bir arkadaşı ile astronomi alanında kütüphanedeki birçok kitabı okuyup bu konuda sürekli derin sohbetler yapıyorlarmış. Fakat belli bir noktadan sonra öğrendiklerinin yetersiz olduğuna kanaat getiren ikili birkaç öğrenci daha toplayıp Bedri Hoca’dan astronomi dersi talebinde bulunmuşlar. Böylece bir grup astronomiye ilgili öğrenci ile ODTÜ Fizik Bölümü’nde astronomi dersleri tekrardan başlamış. İlk yarıyıl Süer’in anlattığı temel astronomi bilgileriyle geçerken, ikinci yarıyılı öğrencilerin hazırladığı sunumların katkısıyla tamamlanmış.

Bedri Süer ile ilgili anlatabileceklerinin sınırlı olduğunu söyleyen Bayın: ‘Bedri Hoca bize sadece astronomi değil, ODTÜlülüğü öğreten ODTÜ kültürünü aşılayan hocalarımızdan biriydi.’ diyerek sözlerini sonlandırıyor.

Bedri Süer yalnızca astronomi ve matematik dersleri vermemiş; 1967de ‘Genel Matematik’, 1973’te ‘Astronomi: Çekim’, 1980’de Hüseyin Demir ile beraber ‘Calculus I’ ve ‘Calculus II’, 1993’te ise ‘Küresel Geometri’ kitaplarını yazmıştır.

26 Temmuz 2000 tarihinde Ankara Güven Hastanesi’nde yapılan Abdominal Aort Anevrizması ameliyatını takip eden saatlerde yoğun bakımdayken vefat etmiştir. Ne yazık eşi de hayatta değildir. Fakat kızları Buket Süer’in hala yaşadığını ve babasının izinden giden başarılı biri olduğunu belirtebiliriz.

Bu yazıyı yazmamıza anlattıkları ve verdiği belgelerle katkı sağlayan Selçuk Bayın’a teşekkürler.

Yazan: Beyza Kocadağ

Kaynaklar:

http://fizikciler.info.tr/index.php/tarihce

http://www.matematikdunyasi.org/arsiv/PDF/11_01_57_58_akyildiz.pdf

http://www.physics.metu.edu.tr/Department/History

Zeyrek Bir Gökbilimci: Janet Akyüz Mattei

Janet Akyüz Mattei (1943 – 2004)

Dünyanın dört bir yanında yer alan amatör ve profesyonel gökbilimcilerin anılarında yer edinmiş gökbilimci, yönetici, lider ve eğitmen olan Janet Akyüz Mattei 2 Ocak 1943 tarihinde Bodrum’da dünyaya geldi. NASA’nın Hubble Uzay Teleskobu’ndan amatör gökbilimcilere gözlem zamanı verilmesi konusunda anahtar rolü oynayan Dr. Akyüz Mattei; 1911 yılında Harvard gözlemevinde kurulmuş, 1954 yılında bağımsız bir özel araştırma kuruluşu statüsü kazanan AAVSO (Amerikan Değişken Yıldız Gözlemcileri Birliği)’ne 30 yılı aşkın başkanlığını yaptığı süre boyunca önemli katkılarda bulunmuştur. Aynı zamanda birçok NASA üst düzey kurulunda yönetici ve üye olarak görev yapmıştır. Çocukken Bodrum’daki yıldızlı gecelerin kendisine gökbilim sevdası aşıladığını belirterek, yaşamı boyunca birçok genci astronomi ve bilimsel araştırmanın heyecanını keşfetmeleri konusunda desteklemiş olup ortaöğretim düzeyindeki öğrenciler tarafından yapılan 150’den fazla projeye rehberlik etmiştir. Kısa ömrüne 500’den fazla makale ve 180 kadar bilimsel yayını sığdırmış ve pek çok ödüle layık görülmüştür. 22 Mart 2004’te Boston’da lösemiden vefat etmiştir.

Janet ve Michael Mattei

Eğitim ve Kariyer

Ortaöğrenimini Özel İzmir Amerikan Lisesi’nde yaptıktan sonra Dr. Akyüz Mattei, Wien Uluslararası Burs Programı çerçevesinde gittiği Brandeis Üniversitesi’nden “General Science (Fizik)” dalında BA (Bachelor of Arts) derecesi ile 1965 yılında mezun oldu. 1 buçuk yıl boyunca bir kardiyopulmoner laboratuvarını denetledikten sonra lisede matematik ve fizik eğitimi vermek üzere Türkiye’ye döndü. Çok geçmeden Ege Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimine başladı. Nantucket’teki Maria Mitchell Gözlemevi’ndeki yaz burslarını öğrenen Janet, gözlemevinin yöneticisi Dorrit Hoffleit’e ABD’ye geri dönme ve değişken yıldızları öğrenme fırsatı için başvurdu. 1969’un yazında değişken yıldızları öğrendi. AAVSO ve gelecekteki eşi Michael Mattei ile burada tanıştı. 1970 yılında Ege Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamlamasının ardından, 1972’de, T-Tauri yıldızlarıyla ilgili bir tezi ile Virginia Üniversitesi’nden ikinci yüksek lisans derecesini aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra Michael Mattei ile evlendi ve AAVSO genel merkezinde Margaret Mayall’ın yanında asistanlığa başladı.

Mayall 1973’de emekli olmaya karar verdiğinde AAVSO konseyi Janet’dan dernek başkanı olmasını istedi. Bir anda büyük sorumluluklar üstlenmiş olan Janet, organizasyonun yönetiminin yanı sıra günlük bilimsel aktiviteleri de sürdürmeye çalışıyordu. Bir süre sonra, maliyetleri artan AAVSO’yu daha iyi yönetebilmek için geceleri ekonomi ve yönetim ile ilgili dersler almaya başladı. Ancak astronomi eğitiminin eksik kaldığı düşüncesiyle, bu zor dönemlerde, tezini yazmayı tamamladı ve 1982’de Ege Üniversitesi’nden doktora derecesiyle mezun oldu.

Yer Aldığı Komiteler

  • Uluslararası Gökbilim Birliği’nin Değişen Yıldızlar Komisyonu
  • NASA Astrofizik İnceleme Paneli
  • NASA Astrofizik Bölümü Bilimsel ve Yürütme İşlemi Çalışma Grubu
  • Astronomi Pasifik Topluluğu Yönetmeliği

Ödüller

  • Fransız Astronomi Cemiyeti Yüzyıl Madalyası, 1987
  • Amerikan Astronomi Cemiyeti George Van Biesbrock Ödülü, 1993
  • Astronomi Derneği Leslie Peltier Ödülü, 1993
  • İtalyan Astronomi Severler Derneği Giovanni Battista Lacchini Ödülü, 1995
  • Kraliyet Astronomi Cemiyeti Jackson-Gwilt Madalyası, 1995

AAVSO 

Türkiye’nin de bulunduğu 40 ülkedeki üyeleriyle birlikte AAVSO Uluslararası Veritabanı, 20 milyondan fazla değişken yıldız tahminine sahiptir. Kâr amacı gütmeyen AAVSO’ya, maddi manevi katkıda bulunmak isteyen tüm astronomi severler üye olabiliyor. Şu anda AAVSO üyeleri tarafından yılda 300 binden fazla gözlem yapılıyor.

HEAO-1 adlı X-ışını teleskobu’ndan alınan verilere göre SS Cyg’nin en parlak olduğu hali; tahminler doğrultusunda gözlemlenmiş olup, bu başarı gökbilim camiasında AAVSO’ya saygınlık getirdi. Daha sonra yaklaşık 600 yıldızın da farklı uydularla gözlemlenmesi sonucu benzer başarılar elde edilmiştir.

Anısına;

AAVSO  konseyi, 93. toplantılarında Janet Akyüz Mattei adına araştıma bursu verileceğini kararlaştırdı.

Tedavi gördüğü zamanlarda dahi özel günlerde arkadaşlarına kart göndermeyi ihmal etmeyen Janet’in ölümünden sonra AAVSO’nun internet sitesinde yayınlanan 200’den fazla “anma” notu; onu tanıyan herkesin – kısa bir süre tanımış olsalar bile – onu bir arkadaş, akıl hocası, bilim insanı ve liderin güzel bir örneği olarak gördüğünü göstermektedir.

AAVSO’nun düzenlemiş olduğu bazı görsellere buradan ulaşabilirsiniz.

“Stars are the flowers of the Universe –
Flowers are the stars of the Earth.”

-Janet Akyüz Mattei

Kaynakça

http://physicstoday.scitation.org/doi/10.1063/1.1881910

https://www.aavso.org/biographical-information-janet-mattei

https://www.aavso.org/memoriam-janet-aky%C3%BCz-mattei

Jacoleyn Bell Burnell ile Röportaj

Okuyacağınız yazı, ilk olarak Bilim ve Gelecek Dergisi Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır.

Jacoleyn Bell Burnell ile Röportaj

Boğaziçi Üniversitesinde verdiği muhteşem konferansın arından Prof Dr Burnell, dergimizden Özgür Can Özüdoğru’nun da içinde bulunduğu bir basın ekibinin sorularını cevaplamayı kabul etti. Kendisine kişisel hayatından kadın haklarına, günümüz bilimsel gündeminden sosyal konulara kadar pek çok alanda sorular sorduk. Kendisi hiçbirini atlamadan ve bizleri kırmadan tüm sorularımıza tatmin edici cevaplar verdi.

Basın Grubu (BG): Öncelikle hoş geldiniz, söyleşi isteğimizi kırmadığınız için teşekkür ederiz. İlk önce kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Şu anda hangi üniversitede çalışmaktasınız ve neler yapıyorsunuz?

Jacoleyn Bell Burnell (JBB): Ben Birleşik Krallık vatandaşı bir astrofizikçiyim, şu anda Oxford Üniversitesi’nde bulunmaktayım. “Gravitational Radiation” (Yerçekimsel Radyasyon) adlı yüksek lisans dersini vermekteyim. Ayrıca uzunca süre Kraliyet Astronomlar Topluluğu’nun (Royal Astronomical Society) da başkanlığını yaptım.

BG: Sunumuz sırasında günlük hayatta erkeklerin kadınlar üzerinde farkında olmadan yaptığı bilinçsiz önyargıdan(unconcious bias) bahsettiniz. Sunumunuzda akademik bir durum için bu örneği vermiştiniz ancak günümüz toplumunda bu çok büyük bir sorun. Türkiye gibi ülkelerde bu sorunla başa çıkmak için ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?

JBB: Toplum içindeki kadın profilini güçlendirmek çok önemli. Bunun için ise hevesli ve yetenekli kadınlar desteklenmeli. Böylece toplum içinde “başarılı” kadınlar gören ebeveynler, kızlarını teşvik edebilirler çünkü önlerinde emsal olabilecek örnekler bulunur. Bu şekilde entelektüel kadınların miktarı artarsa kadınların profili artabilir. Günümüzde bilim ile ilgilenen kadınların pek çoğunun sorunu önlerinde örnek alabileceği insan miktarının az olmasıdır.

BG: Haklısınız, bu oldukça önemli bir mesele. Ayrıca hayatınız boyunca hep kadın hakları organizasyonlarında da yer aldınız değil mi?

JBB: Kadının bilimdeki yerini sağlamlaştırmayı amaçlayan dayanışma kurumlarında bulundum evet. Kadın bilim insanı adaylarına maddi manevi destekler sunduk, aynı zamanda ne için kadınların da bilim ve mühendislik gerektiğini anlatan bildiriler yayımladık. Ayrıca bu tutumumuzun dönem ile ekonomik bir gerekçesi de vardı. Savaştan yeni çıkan toplumda mühendis olarak yetiştirilebilecek kadar erkek yoktu. Dolayısıyla ülkemizin de buna ihtiyacı vardı. Biz de bu fikirler çerçevesinde kadınlara destek olacak bir kurum kurduk.

BG: Başka bir soruya geçelim. Sizce iyi bir bilim insanı aynı zamanda dindar olabilir mi?

JBB: Elbette, cevap vermeden önce belirtmeliyim ki ben kendim dindar bir bireyim ancak her zaman dini görüşlerimin yaptığım bilimsel yargılara karışmamasını sağlamaya çalıştım.

BG: Peki bunu nasıl sağladınız?

JBB: İçinde bulunduğum Protestan Mezhebin sorgulamaya ve bilime açık olduğunu düşünüyorum. Ancak bu her din için mümkün değil. Hatta dinler gelecekte var olmak istiyorlar ise bilim ile tutarlı olacak şekilde kendilerini güncellemek, modifiye etmek zorundalar. Ben de kendi dinimin bu tür bir reform sürecinden geçtiğini düşündüğüm için bilimsel bakış açıma bir sorun yarattığını sanmıyorum.

BG: Bu Türkiye’ye ilk gelişiniz mi?

JBB: Hayır daha önce bir iki defa daha gelmiştim.

BG: Peki Türkiye toplumu, yaşantısı, bilimsel duruşu hakkında ne düşünüyorsunuz?

JBB: Türkiye’nin genellikle Akdeniz Bölgesine tatile geldim. Ölüdenizin doğasını ve manzarasını çok sevmiştim. Ayrıca yöresel mutfağı harikaydı ve yöre halkı çok yardımseverdi. Türkler genel olarak çok arkadaş canlısı. En azından benim memleketime kıyasla. Türkiye’nin bilimsel açıdan avantajı olduğunu düşünüyorum. Hem Asyalı hem de Avrupalı insanları içinde bulundurması, farklı kültürler ve farklı görüşler ile en doğru yargıya daha kolay ulaşabilmesini kolayştırıyor olmalı, ancak affınıza sığınıyorum, Türk akademisi hakkında bilgilerim oldukça kısıtlı. Buraya da Ali’nin (Prof. Dr. Mehmet Ali Alpar, Sabancı Üniversitesi Astrofizik Bölümü) daveti üzerine severek geldim.

BG: Bir Pulsarı, hiçbir bilimsel arka planı olmayan sıradan bir insana nasıl tarif edersiniz?

JBB: Bunlar evrendeki en tuhaf cisimler… Karadeliklerden bile tuhaflar çünkü teorize edemiyoruz (Bu sunumdan bir hafta sonra ilan edilen yerçekimsel dalgalar bu sorunu çözüyor), diğer yıldızlardan da daha tuhaflar çünkü sahip olduğu ortamı, tepkimelerini Dünya yüzeyinde bir laboratuarda yaratmak mümkün değil. Bu yüzden, bu enerji fışkırtan cisimler, evreni algılayışımızın sınırlarını zorladı. Bizleri hayal gücümüzde yaratmamızın bile güç olduğu dünyalara sürükledi.

BG: Uzun süren bir eğitmenlik tecrübeniz oldu akademide, pek çok ders verdiniz. Bu tecrübelerinizden yola çıkarak günümüz gençliğine ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

JBB: Her şeyden önce bilimin ulaşılmaz bir şey olmadığının fark edilmesi gerek. Toplumumuz her geçen gün daha da “akıllı”laşıyor. Mesela ben evimdeki buz dolabının sıcaklığını cep telefonumdaki uygulamadan şu anda ayarlayabiliyorum, evimin bahçesindeki güvenlik kamerasını izleyebiliyorum. Para yavaş yavaş sanal bir şey haline gelmeye başladı, bankacılık sanal alem üzerinden yapılmaya başlandı. Bu inanılmaz bilgi birikimini dönüştürebilecek ve algılayabilecek bilgi birikimine erişmemiz gerekiyor. Ayrıca bu teknolojik imkanların daha da geniş kesimlere yayılabilmesi için daha fazla mühendislere ihtiyacımız var. Tavsiye kısmına gelirsem, kendimden bir örnek verebilirim. Ben oldukça genç yaşta astronomi ile ilgileneceğimi biliyordum, tam kalbimden hem de. Gençlere tavsiyem, yapmayı sevdiğiniz şeyleri ve ilgi alanlarınızı erken keşfedin, bu gelecek hayatınızda çok daha sağlıklı ve emin kararlar vermenizi sağlıyor. Ben, iyi bir astronom olmak istediğimin bilincine ulaştığım zaman, herhangi bir engelle karşılaştığımda hep kendime şunu söyledim. “Eğer şimdi pes edersem iyi bir astronom olamayacağım.” Bu cümleyi defalarca tekrarladım. Ya da şunu söylerdim: “Gerçekten bu engelle yüzleşecek kadar çok mu seviyorum astronomiyi?” sonra kendi kendime bağırırdım “EVET!” diye.

BG: Bunlar çok güzel tavsiyeler. Bir kişinin neyde iyi olduğunun erken farkına varması onun için büyük bir avantaj olacaktır. Peki, ailelere ne tavsiye edersiniz? Çünkü özellikle Türkiye’de aileler çocuklarının bilimle ilgilenmesini çoğunlukla parasal kaygılardan ötürü istemiyorlar.

JBB: Eğer bir konuyu seviyorsanız, sevdiğiniz konu hakkında yeteneğiniz de varsa o alanda daha çabuk yükselirsiniz ve her alanın başarılı insanları iyi paralar kazanır. Aileler bu açıdan doğru düşünmüyorlar.

BG: Konuyu biraz daha alanınıza çekersek, Pulsarlar konusunda şu anda bir uzmansınız…

JBB: Hahaha, şu anda değilim, ben keşfettim yalnızca, Pulsar Astronomisi alanını kurduğum zaman belki bir uzman diyebilirdim kendime ancak bu yaşta bir uzman değilim.

BG: Peki o halde. Sunumunuzda “Şu anda daha yolun başındayız” demiştiniz. Yolun devamında ne göreceğiz. Kaba olacak biraz ancak günlük yaşantımıza, topluma ne gibi bir etkisi olacak Pulsarların.

JBB: Hiçbir etkisi olmayacak. En azından yakın gelecekte. Ne zaman ki dünya dışı bir varlık ile iletişim kurarız yahut yıldızlar arası yolculukların yöntemini buluruz, o zaman Pulsarları saat olarak kullanabiliriz. Dönüş periyotları bu tür amaçlar için kullanılmaya oldukça müsait. Gelecekte puslar satleri, ışık hızı gibi bakış açısına göre değişmeyen yapılar olarak gelecek insanının günlük hayatında yer alabilir.

BG: Peki bu Pulsarlar insanlar için herhangi bir tehdit oluşturuyor mu?

JBB: Bizler böyle bir tehlike yaratacak en yakın Pulsardan çok uzaktayız, üzerimize bu cisimlerdne gelen ışık bile çok az.

BG: Pulsarları barındıran en ilginç ve sınırları zorlayıcı cisim ne olabilir sizce peki?

JBB: Bir Pulsar ile bir karadeliğin birbiri etrafında döndüğünü görebilseydik bu gerçekten devrimsel olurdu, muazzam miktarda bir yerçekimsel dalga yayardı. Ancak ne yazık ki şu ana kadar hiç böyle bir sistem gözleyemedik.

BG: Bir puslar nasıl keşfedilir?

JBB: Bir kere pulsarın bize doğru bakıyor olması gerek ki etrafa saçtığı ve sıçrattığı jetleri görebilelim. Ardından farklı dalga boylarından gelen verileri kıyaslayıp periyot benzeri bir yapı görmeniz gerekiyor. Bunları karşılayan bir cisim yakalayabilirseniz bir Pulsar keşfetmiş olabilirsiniz.

BG: Pulsarların keşfini ilk açıkladığınızda bilimsel camiadan nasıl bir tepki aldınız?

JBB: Bilimsel camia inanılmaz derecede heyecanlandı. Cambridge Üniversitesi’nde, makaleyi basmadan birkaç gün önce bir konferans düzenledik ve İngiltere’deki tüm astronomlar oradaydı. Fred Hoyle bile oradaydı.(Fred Hoyle, Yıldızlarda ağır kimyasalların üretildiğini kanıtlayan, Dünya’ya yaşamın bir asteroid ile gelmiş olabileceği argümanı olan Panspermia Hipotezini ortaya atan İngiliz fizikçidir. 1950lerde yazdığı popüler bilim kitapları ile Jacoleyn olmak üzere pek çok insanı etkilemiştir.) O dönemde bulduğumuz şeyin bir nötron yıldızı olup olmadığından emin olamıyorduk. Fred Hoyle, konuşma bittiğinde yanımıza gelip şöyle demişti. “Böyle bir şeyi ilk defa sizden duyuyorum. Bence bunlar Nötron Yıldızı değil, bu bir süpernova kalıntısından çıkan yeni bir cisim.” İnanamamıştım. 40 dklık sunumdan önce olay hakkında en ufak bir fikri yoktu. 45 dk içinde beyni “fizik” yaptı, hesapladı ve doğru cevabı verdi.

BG: Peki bir Nötron Yıldızı neden Pulsar olamaz?

JBB: Çoğunlukla gerekli kütleye sahip değiller, bundan dolayı da yüklü parçacıkları çok fazla titreşim hareketi yapmıyor ve bu da manyetik alanın gerekli güce ulaşmasını engelliyor. Ne kütleleri, ne dönmeleri(açısal momentumları) ne de manyetik alanları bu miktarda hızlı dönmeye ve enerji sıçratmalarına olanak tanıyor.

BG: Peki Magnetarlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Pulsarlar ile farkları neler?

Yazarın notu: Magnetarlar

Magnetarlar, aslında bir çeşit Nötron Yıldızıdır ancak çok daha yüksek bir manyetik alana sahiptirler, içlerinde bulunan enerji de bu manyetik alandan üretilir. Bu tip gökcisimleri çok yüksek enerjili X-Işınları ve Gama Işınları yayarlar. Bu açıdan günümüzde magnetarların kütleçekimsel dalgalar yaratabildiği düşünülmektedir ve LİGO açıklamalarının ardından bu alanda da daha çok insanın çalışmalar yapması beklenmektedir.

JBB:

Pulsarlara çok benziyor bu cisimler, ancak o kadar çok enerji üretiyorlar ki, bu enerjinin dönme eyleminden yahut kütlesinden ötürü değil, manyetik alanından dolayı oluşuyor. Eğer kütleçekimsel dalgalar keşfedilirse(sunumdan iki gün sonra keşfedildiği açıklandı) bu cisimler hakkında daha fazla bilgi alabiliriz ve fizik yeni bu alan daha çok çalışılan bir konu haline gelebilir.

BGG: Karanlık Madde, Karanlık Enerji ve Yerçekimi ile Zamanın yeniden tanımlanması gibi “Yeni Fizik” denilen, gizemini hala koruyan alanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

JBB: Bu söylediklerin arasından en çabuk Karanlık Madde’nin sırrını çözeceğiz, çünkü diğerlerinden daha kolay. Yerçekimi kavramı hakkında yapılan en önemli testler Pulsarlar ile yapılmakta. Keşfedildiği düşünülen (konuşmadan iki gün sonra keşfedildiği duyuruldu) yerçekimsel dalgalar ile yerçekimi tanımlarını da yeniden güncelleyebileceğiz, böylece Kuantum Mekaniği ile Genel Göreliliği bağlayan Einstein Alan Kuramları tasarlanabilecek.

BG: Dünya’nın gelecek 100 yılı hakkında nasıl bir tahminde bulunabilirsiniz? Bilimsel olarak, Teknolojik olarak? Sosyolojik olarak?

JBB: Bence az önce konuştuğumuz tüm kavramlar bu yüzyıl içinde bir çözüme kavuşacak. Ayrıca 30 ve 50 metrelik iki büyük teleskop bu yüzyılın ortalarına doğru Şili ve Havaii’ye inşa edilecek, James Webb inşa edilmiş olacak. Athena X-Işını teleskobu inşa edilmiş olacak. Dolayısıyla bu yüzyıl astrofizik açısından deney ile gözlemin bol olacağı oldukça ilginç bir yüzyıl olacak.

Teknolojik olarak, insanlığın uzay programlarına çok daha ağırlık vereceğine inanmaktayım. Hem Dünya Yörüngesinde hem de Mars’ta yeni yapılar kuracağız.

Sosyolojik olarak ise pek emin değilim. Toplumun şu anki en büyük sorunu bana sorarsanız artan sera etkisi ve küresel ısınmadır. Kurulu sistemimizi petrol üzerine kurduğumuz için, petrole geçmiş nesillerin altın ile kurmuş olduğu gibi bağlandığımız için oldukça büyük sorunlar yaşayacağa benziyoruz. Petrol miktarı oldukça azalıyor ancak petrol yerine geçecek yeni materyaller geliştirmek üzerine yeterince kafa yormuyoruz. Çok çok daha dikkatli olmalıyız. Ben şu anki devlet yapısının, küresel ısınma sorununu bütünüyle çözebileceğine inanmıyorum ve bu yüzden gelecek politikalarımızda, yükselen sulardan ötürü yaşanacak kitlesel göçleri göz önünde bulundurarak kurmamız gerektiğine inanmaktayım. İnsanlar bir arada yaşamayı başaramıyor. Bugün Suriye gibi devletlerde de bunu görüyoruz. Mülteci sorunu Avrupa için ilginç bir tecrübe oldu, ancak bu ne yazık ki son tecrübeleri olmayacak. Süregelen politikalar devam ettikçe Avrupa çok daha fazla mülteci kabul etmek durumunda kalacak. Toplumun buna alışması gerek. Politikacıların ve Birleşmiş Milletler’in ise şimdiden şu sorunları gündeme alması gerek: “Nasıl kitlesel göçler ile başa çıkacağız? Kaliteli içme suyu nasıl sağlarız? Besin kaynaklarını etkili dağıtabiliyor muyuz? Toplumu mültecilere nasıl entegre edebiliriz?”

BG: Çok teşekkür ederiz, oldukça öğretici cevaplar verdiniz. Başka bir konuya geçmek gerekirse; bu soru size sunumunuzun ardından da soruldu ancak ben bir kere daha sormak istiyorum: Kadın olduğunuz için zorluklarla karşılaşan biri olarak, özellikle kadın bilim insanı adaylarına ne tavsiye edersiniz?

JBB: İlk olarak şunu söylemeliyim: insanların ne dediğine aldırmayın, kadınlar çok başarılı bilim insanları olabilirler. Bu tür konular açıldığında her zaman şu örneği veririm, Malezya’da bir üniversitede konuşma yapmaya gitmiştim ve orada genç bir kadın fizikçiyle tanışmıştım. Ona “Kadınlar fizikte daha fazla yer almalı” dediğimde bana “Neden?” demişti. Malezya’da Fen Fakültesinde okuyan ve akademide çalışan insanların %60ı kadın, %40ı erkek. Bu bir Dünya rekoru… Belki de bizim “medeni” dediğimiz toplumlarda bir sorun var. Bu tür örnekler şunu gösteriyor, biz kadınları belirli bir takım mesleklere iten güç içgüdülerimiz değil kültürümüzün kendisidir. Bu yüzden bu erkek egemen kültürel yapının dönüştürülmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak kültürel değişimler her zaman çok yavaş ve acı verici oluyor. Çünkü toplumu değiştiremezsiniz, toplum evrim geçirir yavaş yavaş. Hızlı ve şiddet ile gelecek tüm değişimler işin sonunda muhafazakârları yaratır. Burada günümüz kadınlarının yapması gereken topluma kadınların da erkeklerin yaptığı meslekleri yapabileceğini göstermek.

BG: Bir kadın olarak ne gibi zorluklarla karşı karşıya kaldınız?

JBB: Yaşadığım sorunlardan birini örnek vereyim. Pulsarların keşfini tüm dünyaya açıklayacağım bir konuşma hazırlıyordum ve yeni evlenmiştim. Evlilik yüzüğümle ise gurur duyuyordum. İşte yüzüğümü hiç çıkarmazdım ve 1960lar Birleşik Krallığı’nda evli kadınların çalışmaması gerektiği düşünülüyordu. Bir evli kadının çalışması ailesi için bir utançtı. Bu demekti ki kocası, evi geçindirecek kadar para kazanamıyordu. Ben ise evli olmakla gurur duyuyordum ve yüzüğümü hiç çıkarmadım. İnsanlar ise bana acıyarak bakıyorlardı. Hatta ve hatta, eğer evli bir anne çalışıyorsa, çocukların serseri olacağına inanılıyordu. Ben ise çocuklarım olduğunda da çalıştım. Çocuklarım çok başarılı insanlar oldu.

BG: Halka bilim anlatmak bir bilim insanının sorumluluğu mudur? Halk ile hiçbir alakası olmayan ancak oldukça önemli bilimsel çalışmalar yapan bir bilim insanı eksik bilim insanı mıdır?

JBB: Sana televizyon önüne sık sık çıkan ve halka yanlış bilgiler veren, kesinlikle halktan uzak tutulması gerektiğini düşündüğüm birçok isim söyleyebilirim. Bu açıdan bilim popülerleştiricisi(science popularizer) olmak kolay bir iş değil, bu işi yapmayan ya da yapamayan bilim insanlarını suçlayamayız. Halkın anlayabileceği dile inen bilim insanları, eğer bu işte iyi olduklarını düşünüyorlar ve halk da bu insanları seviyorsa, bu insanlar popüler bilim yapmalı. Halkın gözünde bilim insanları asla Hristiyan “ulema sınıfı” gibi bir yere gelmemeli. Sonuçta maaşlarımızı ve yaptığımız araştırmalarımızın, kullandığımız aletlerin parasını vergileri ile ödeyen halka bir bilim insanlarının borcudur bilim anlatmak. Ancak popüler bilimi herkesin yapmasına müsaade etmeyin yoksa halk nezdinde bu tam bir felaket olur.

BG: Fakat günümüz bilim camiasında bir takım bilim insanları var. Bu kişiler kendilerini “Bilim Konuşmacıları” olarak nitelendiriyorlar. Bu insanlar, halk ile çok içli dışlı olmayan pek çok fizikçi tarafından sertçe eleştirilir çoğu zaman. Eleştiren insanlar arasında bazen Nobel ödüllü fizikçiler bile olabiliyor. Eleştirilerin temel sebebi de bu insanların bilimsel olarak çok az çalışma yaptıkları için bilim insanı olarak görülmemeleri. Peki, bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?

JBB: Popüler Bilim yapan bilim insanlarının bilim gündemini takip etmeleri çok önemli. Popüler bilim gündemini kast etmiyorum, güncel akademik makaleleri kast ediyorum. Ancak ben günümüz bilim kitaplarına baktığımda, bilim “show”larına baktığımda bu insanların çoğu zaman geri kaldıklarını görüyorum ve üzülüyorum. Bana sorarsanız bilim konuşmacısı 15 yıldır bir makale bile yazmayan, üniversitedeki ofisine bile uğramayan ama o radyo programından bu televizyon şovuna giden insanlara denmemeli. Bu insanlardan belki de daha az ünlü, ancak akademik çalışmalarını yürüten, bunu yaparken de popüler bilime katkı sağlayan insanlara denmeli. Çünkü %100 popüler bilim, %0 gerçek bilim yapan bir kişinin bilimsel güncelliği zaman içinde kaybolur ve akademideki yeri silinir. Halkın güvendiği insanlar olarak bilim konuşmacıları bu yüzden akademiden ayaklarını hiç kesmemeliler.

BG: Kişisel bir soru soralım, “Ben Astronomi ile ilgilenmeliyim.” Dediğiniz ilk an ne zamandı?

JBB: 14-15 yaşlarında bir genç kızdım ve babam o zamanlar çıkan güncel kitapları evine alan bir insandı. O dönemde yeni çıkan bir kitabı eve getirmişti bir gün. Bu kitap Fred Hoyle’un “Frontiers of Astronomy” (Astronomi’nin Sınırları) isimli kitabıydı. Aslında bakarsanız ortaokul seviyesinde bir çocuk için oldukça zorlayıcı bir kitaptı ama tek solukta okumuştum ve “Bu harika bir şey!” diye bağırdığımı hatırlıyorum evde. Fizik ve Matematik zaten çok ilgimi çekiyordu ama fiziğin hangi alanında olmam gerektiğini anlamıştım. Bu benim için hep bir avantaj oldu çünkü daha çocuk yaşta master tezimi neyin üzerine yapmam gerektiğini hedeflemiştim. Sınıfımdaki hiç kimse bu kadar ileriyi göremiyordu. Erkekler arasında Elektrik ve Makine mühendisi olmak isteyip bunu hedefleyen insanlar vardı ancak kızlar arasında tek hedefi olan bendim. Bunun her zaman en büyük avantajım olduğunu düşünüyorum.

BG: Sizi etkileyen bilim insanları, bilim kurgu karakterleri kimlerdi?

JBB: Bana en çok yol gösteren kişi hep Fred Hoyle olmuştur. Ancak kitabımı okumamın ardından fırlatılan Sputnik Uydusu beni bütünüyle benden almıştır. İki açıdan etkilemiştir beni, birincisi elbette bilimsel olarak böyle bir şeyi başarabildiğimiz için insanlıkla gurur duymuştum. İkincisi ise “Ruslar bilimde çok ileri, bizleri tepemizden dinliyorlar, radyomda onların uydusunun sesini duyuyorum. Biz İngilizler de bunu yapmalıyız.” Gibi bir bakış açısına bürünmem oldu. Bugün elbette bunun saçma olduğunu biliyordum ancak o dönemde hem Birleşik Krallık hem de ABD aynı paniği yaşadı. O dönemde ABD’nin uzay programı başlatmasının temel motivasyonu Sovyetlerden daha üstün teknolojik ve bilimsel altyapıya sahip olmak olmuştur. Çünkü biliyorduk ki 1957 yılında bizler uzaya bir uydu gönderemiyorduk. Bu yüzden bir anda bütün devlet politikaları ile bütçeleri ardına kadar açıldı uzay mühendisleri ve astrofizikçiler için. Ben bu etkilerin başlamasından çok daha önce kararımı vermiştim ancak bu yaşanan siyasi gerilimler sayesinde ailemden de destek aldım.

BG: Sovyet Döneminde pek çok fizikçi, sizin keşfettiğiniz Pulsarlar üzerine çalıştı. Bu insanlarla hiç iletişime geçtiniz mi ya da birlikte iş yaptınız mı?

JBB: Sanmıyorum. Orada olan bilimsel gelişmeleri takip etmek bile oldukça güçtü. Böyle bir dönemde de ortak iş yapmak neredeyse imkansızdı. Pulsar Çalışan Sovyet astrofizikçiler ile ancak uluslararası büyük kongrelerde buluşabiliyorduk. O tür bir toplantıda Zeldovich gibi büyük bir isim ile tanışma onuruna erişmiştim. (Nikolay Zerdoviç, Sovyetlerin Atom Bombasını üreten ekinin başı olan ve Kozmik Arkaplan ışınımını teorize eden bir Sovyet Nükleer Fizikçidir.)

BG: Son bir soru soralım sizi daha fazla yormadan. Soğuk Savaş bitti. Artık devletler birbirine teknolojik üstünlük kurmak amacıyla bilime bütçe ayırmıyorlar. Bilime olan ilgi yeniden nasıl arttırılabilir.

JBB: Günümüzde sanayiye direk olarak ürün verebilen bilim dalları çok daha fazla destekleniyor. Daha hızlı akıllı telefon yapacak bir sistem üretiyorsanız, daha etkili Güneş panelleri üretiyorsanız para kazanıyorsunuz. Para sahibi insanlara ve hükümetlere bu çalışmaların teorik fiziğin ürünleri olduğunu öğretmek gerek. Fiziğin yapacağı yeni atılımın nereden geleceğini bilemiyoruz ve bilime bütçe ayırırken sanayiye vereceği ürün bakımından kıyaslama yapmamalıyız. Ne yazık politikacılar her şeyin 4 yıl içinde bitmesini istedikleri için böyle şeylere zamanları yok. Bilim için harcanan kaynak insan zihnini geliştirmeye yapılan bir yatırımdır.

BG: Oldukça verimli ve öğretici bir röportaj oldu, ayırdığınız zaman için çok teşekkür ederiz. Bizleri çok mutlu ettiniz.

JBB: Ben teşekkür ederim.

Hazırlayan: Özgür Can Özüdoğru

ODTÜ Amatör Astronomi Topluluğu

Ali bin Rıdvan: İnsanlık Tarihinin En Parlak Süpernovasının Gözlemcisi

Ali bin Rıdvan 11. yüzyılda Mısır’da yaşamış olan, döneminin en ünlü astronomlarından biridir. Fizik, astronomi, astroloji ve tıp alanında çalışmış olan biliminsanı, SN 1006’ya dair tuttuğu kayıtlarla ünlüdür. 1006 yılında patladığında, Mısır ve Çin başta olmak üzere Dünya’nın bir çok bölgesinde kayıt edilmiş olan süpernova 7.200 ışık yılı uzaklıkta bulunmasına rağmen o kadar çok parlamıştır ki, 30 Nisan ve 1 Mayıs 1006 tarihlerinde gece ve gündüz gökyüzünde oldukça parlak bir gök cismi olarak gözlemlenmiştir.

SN 1006 süpernovası

Kurt (Lupus) takımyıldızı doğrultusunda gözlemlenmiş olan süpernova yaklaşık -7.5 kadir görünür parlaklığa sahip olmuştur, yani insanlık tarihinde kaydedilmiş olan en parlak gök olayıdır. Bu noktada, astronomide parlaklığın birimi olarak kullanılan kadirin negatif(-) değerlere gittikçe parlaklığın artmasıyla değiştiğini bilmemiz gerekiyor. Dünya’dan Ay’ın ortalama -13 kadir ve Güneş’in -27 kadir olarak göründüğünü düşünecek olursak; o ana kadar oldukça sönük ve sıradan olan bir yıldızın, ani bir patlamayla böyle bir parlaklığa erişmesi oldukça alışılmadık bir durum. Ali bin Rıdvan Batlamyus‘un Tetrabiblos adlı eserine yaptığı tefsirde güney tarafında olduğunu not ettiği bu patlamanın, boyutu Venüs’ünkinin 2.5-3 katı kadar olan dairesel bir cisim olduğunu ve parlaklığının Ay’ın çeyreği kadar (ya da biraz daha fazla)  olduğunu ve bu yüzden gündüz bile oldukça net bir şekilde görülebildiğini belirtiyor.

SN 1006’ya dair yaptığı gözlemlerin haricinde, zodyak kuşağındaki 12 burçtan geçen kuyruklu yıldızların astrolojik yorumlarıyla ilgili bir çalışması da bulunmaktadır. Yurt dışında Haly Abedrudian olarak da tanınan biliminsanının, tümevarım alanında yaptığı çalışmalarla bu konuya katkı sağladığı düşünülmektedir. Amerikalı ünlü bilim tarihçisi Alistair Cameron Crombie’ye göre, indüksiyon fikrinin geliştirilmesinde de payı vardır.

Bunlara ek olarak, Mısır’ın çok sağlıksız bir yer olduğunu ve havanın (diğer çevresel unsurlarla beraber) bir toplumun sağlığı için en önemli faktör olduğunu savunan düşünen İbn-i Cemaz’a hitaben, Mısır’daki bedensel engellerin önlenmesi ve tedavisi üzerine bir tez yazmıştır.

Kaynaklar: 

https://en.wikipedia.org/wiki/Ali_ibn_Ridwan

https://www.sciencedaily.com/releases/2012/09/120927091538.html

Yazan: Mina Meşe

Paul Dirac ve Antimaddenin Keşfi

Paul Adrien Maurice Dirac geçmiş yüzyılın en göze çarpan fizikçi ve matematikçilerinden biridir. Paul Dirac antimaddenin varlığını öngören meşhur Dirac denklemi sayesinde 1933 yılında Nobel Ödülü’nü Erwin Schrödinger ile paylaşmıştır.
Paul Dirac, Bristol Üniversitesi’nde elektrik mühendisliğinden 1921 yılında mezun olduktan sonra, yine Bristol Üniversitesi’nde 2 sene matematik alanında çalıştı. Matematik çalışmasının ardından Cambridge’te St. John’s Koleji’nde araştırmacı olarak çalışmaya başladı ve 1926 yılında doktorasını tamamladı. Ertesi sene orada akademik üye olarak çalışmaya başladı ve 1932’de Cambridge’te matematik profesörü ünvanını aldı.
Paul Dirac’ı Nobel Ödülü’ne götüren asıl çalışması Albert Einstein’ın 1915’te yayımladığı genel görelilik teorisiyle, elektronların enerji seviyelerini açıklayan kuantum teorilerini 1928’de birleştirerek rölativistik (ışık hızına yakın) bir hızda hareket eden elektronların davranışını açıklaması olmuştur.

Denklem ne kadar güzel olsa da, sanki denklemin bir sorunu varmış gibi görünüyordu, çünkü denklemin iki sonucu vardı. Bir sonuç negatif yüklü bir elektron içindi, diğer sonuçsa çok ilginç bir şekilde pozitif yüklü bir “elektron” içindi. Denklem negatif enerjili elektronların da olabileceğini gösterse de, klasik fizik bir parçacığın enerjisinin pozitif olmasını zorunlu kılıyordu. Dirac denklemi, var olan her parçacığa karşılık gelen ve her özelliğinin aynı, fakat sadece zıt yükünde bir parçacık daha olması gerektiğini gösteriyordu. Bu maddeler antimadde olarak tanımlandı. Yani her bir elektron için, her yönüyle aynı ama pozitif yüklü bir “antielektron” olmalıydı.

Carl Anderson

1932 yılında Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde genç bir profesör olan Carl Anderson, bir bulut odasında kozmik parçacık yağmurlarını çalışırken “pozitif yüklü ve bir elektronla aynı kütleye sahip bir şey” tarafından bırakılmış bazı izler gördü. Neredeyse bir yıllık gözlemlerden sonra bu izlerin antielektronlara ait olduğuna karar verdi. Her biri bir elektronla beraber, bulut odasındaki kozmik ışınların çarpışmalarından oluşmuştu. Carl Anderson antielektrona “pozitron” adını verdi.
Bu keşif kısa bir süre sonra, 1934 yılında Guiseppe Occhialini ve Patrick Blockett tarafından da onaylandı.
Anderson, pozitronun keşfi sayesinde 1936 yılında Victor Hass ile Nobel Ödülü’nü paylaştı. Fizikçilerin aradığı bir sonraki parçacık daha ağır bir parçacık olan antiprotondu ve bir 22 yıl boyunca daha keşfedilemeyecekti.

Ernest Lawrence

1954 yılında Ernest Lawrence, Bevatron adında bir proton hızlandırıcısının inşasını idare etti. Cihazın adı o zamanlar kullanılan “milyar elektronvolt”un simgesi “BeV”den geliyordu. Bevatron, protonları 6,2 BeV’de (şu anki simgesiyle GeV), yani antiproton üretmek için öngörülen enerjide çarpıştırmak için tasarlanmıştı.
“1 Nisan 1954’te manyetik alanda 6 BeV’e denk gelen zayıf bir atım elde edildi. Şiddeti, içerideki nükleer emisyonda oluşan izlerin sayılmasıyla ölçülebildi. Şiddet, akım başına 104 ile 106 protondu,” diyor Edward Lofgren. Bevatron artık çalışıyordu!

1955 yılında Bevatron’daki bir grup tarafından yazılan “Antiprotonların Gözlemi” isimli bir yazıda yeni bir parçacığın keşfinden bahsediliyordu: Her yönüyle protonla birebir aynı, fakat yükü negatifti. Hemen bir sene sonra, 1956’da Bevatron’da çalışan ikinci bir takım da antinötronun keşfini açıklayan bir makale yayınladı.

1995 yılında, Walter Oelert tarafından yönetilen bir takim CERN’de antihidrojen atomlarını yaratmayı başardı. Antiprotonlar ve ksenon atomlarının çarpıştırılmasıyla 3 haftalık bir süre içerinde 9 tane antihidrojen atomu üretildi. Her biri yaklaşık saniyenin kırk milyarda biri kadar varlığını sürdürdü. Neredeyse ışık hızında hareket eden bu atomlar 10 metrelik bir yol katettikten sonra normal madde ile çarpışarak yok oldu. Bu yok olma iyi bir şeydi çünkü antiatomların oluştuğunu gösteriyordu.

Antimadde ile ilgili en kafa karıştırıcı sorulardan biri ise evrende neden maddenin antimaddeden daha fazla olduğu. CERN’de yapılan deneylerde, bir tılsımlı kuark ve bir yukarı veya aşağı antikuarktan oluşan D-mezonların, normal bir parçacık ile bir antiparçacık arasında sürekli salınım yaptığı gözlemlendi. Bu olay daha önce K-mezonlarda ve B-mezonlarda da gözlenmişti. Ancak bazı durumlarda bu salınım olayı, mezonun antimezona dönüşmesi ve bunun tersi farklı oranlarda oluyordu. 1960’larda yapılan deneyler K-mezonun antiparçacıktan normal parçacığa geçmesinin daha olası olduğunu ve 2010 yılında Fermilab’de yapılan bazı gözlemler ise bunun B-mezonlar için de doğru olabileceğini gösterdi. Bunlar yük-parite ihlali (Fizik yasalarının madde ve antimadde için simetrik olması prensibinin istisnası) olarak bilinen bir olayın örnekleri. Bu ihlal evrenimizin neden maddeden oluştuğunu açıklamakta belki bize birazcık yardımcı olabilir. Fizik son yüzyılda ne kadar hızlı bir gelişim göstermiş olsa da hala bilmediğimiz birçok şey ve antimadde konusunda aydınlatılmayı bekleyen sorularımız var. Bunların en azından bir kısmını açıklayabilmek ise geleceğin fizikçilerine düşüyor.

Yazarlar: Ege Özkoç – Ulaş Can Yazar

Kaynakça: https://timeline.web.cern.ch/timelines/The-story-of-antimatter

https://www.nobelprize.org/nobel_prizes/physics/laureates/1933/dirac-bio.html

http://www.physics.org/article-questions.asp?id=121

Behram Kurşunoğlu

Albert Einstein’ın genel görelilik kuramı’nın elektromanyetizma ile birleştirilmesi üzerine çalışmalar yapan, ”Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi”  ismiyle yeni bir teori ortaya çıkaran, fiziğin 20.yüzyılda yaşamış en önemli bilim insanlarından biri olan Behram Kurşunoğlu’nun bilim dolu hayatını sizlerle paylaşmak istedik.

14 Mart 1922’de  Çaykara, Trabzon’da  doğan  Behram Kurşunoğlu aslen Bayburt’un Merkez ilçesine bağlı Aydıncık köyündendir. Liseyi Trabzon’da okuduktan sonra Ankara Üniversitesi ve Edinburgh Üniversitesi’nde fizik öğrenimini tamamladı. Cambridge Üniversitesi’nden ünlü fizikçi Paul Dirac’ın danışmanlığında fizik doktorasını aldıktan sonra 1958 yılında Amerika Birleşik Devletleri‘nde Florida’ya taşındı ve çalışmalarının büyük bir kısmını burada sürdürdü. 1940’ların sonuna doğru Cambridge’teki doktora çalışmaları sırasında Albert Einstein ile mektuplaşmaya başladı ve 1953 yılında Einstein, Cornell Üniversitesi’ne araştırmalar yapmak üzere gelince bir davet aldı ve orada Einstein ile  4 saat süren bir görüşme gerçekleştirdi. Bu sırada Kurşunoğlu 31, Einstein ise 74 yaşındaydı.  Bu görüşme sonrasında Kurşunoğlu, Albert Einstein ve Erwin Schrödinger ile birlikte simetrik olmayan yerçekimi kuramları üzerinde önemli çalışmalarda bulundu.

Behram Kurşunoğlu, askerlik görevini yapmak üzere 1955’te Türkiye’ye döndü. Görevini tamamladıktan sonra Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun kuruculuğunda bulundu ve Genelkurmay Başkanlığı’na danışmanlık yaptı. Bir dönem Birleşmiş Milletler Bilim Komisyonu’nda çalışan Kurşunoğlu, 1958 yılında Amerika’ya geri döndü ve Miami Üniversitesi’ne profesör oldu. Behram Kurşunoğlu, genç yaşında dünya fizikçileri arasında saygın bir konuma erişmişti.

Berham Kurşunoğlu, Miami Üniversitesi’nde Ders Anlatırken

Amerika’da yaptığı çalışmaların yanı sıra Global Foundations adlı, Amerika’nın önemli araştırma merkezlerinden birine de başkanlık yaptı. 1965’te Miami Üniversitesi’nde ”Teorik Fizik Çalışmaları Merkezi” ni kurdu ve başkanı seçildi. Merkezde düzenlenen bir başarı ödül töreninde, Nobel kazanmış 22 bilim insanıyla birlikte yeryüzünün en tanınımış fizikçilerinden biri olarak takdim edildi. Yine 1965 yılında, Carl Gables’ deki merkezde 1992 yılında emekli olana kadar doktora sonrası çalışmalar düzenleyerek bilim insanları eğitmiş ve zaman zaman buraya gelen bilim insanları ile bir forum oluşturdu. Bu merkeze gelen kişilerin 35’i Nobel ödüllü bilim insanlarıydı. 1992 yılında merkez kapatıldı.

Behram Kurşunoğlu, çalışmalarının büyük kısmı ” Birleşik Alan Kuramı” üzerinedir. İleriki yıllarda çekirdek enerjisi ile ilgilendi. ”Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi”ni ortaya attıktan sonra dünyada bir üne kavuştu. Konu, Einstein ve Schrödinger tarafından da yıllarca incelenmiştir.

Kurşunoğlu, çalışmasını şu sözlerle açıklar:  ”Evrende temel ve manyetik yükler bulunmaktadır. Orbitron teorisi adını taşıyan bu teori evrendeki kurumsal çalışmalarımı içine almaktadır. Kainatın meydana gelişini izah eden ‘Big Bang’ isimli popüler teori yerine bilim ve deneylerle ortaya çıkardığım teorim her şeyin başı olan bu konuyu bilmeyi izah etmektedir. Evrenin yaratılması ilk 2-3 saniye içinde, evrenin büyük kısmını teşkil eden 10 üssü 80 parçacık meydana geldi. Zamanın başlangıcından önce evreni kaplayan zaman öncesi güçlerin alanı vardı. Milyarlarca sene sonra bu alan çok yüksek yer çekimi sebebiyle çöktü ve bir atomdan trilyonlarca kere küçük “mikrokaradelikler” denilen siyah mikro delikler ortaya çıktı. Bu deliklerin yarısı maddeden zaman öncesinde başlayan büyük bir yangınla evrene dağıldı. Madde ile karşı maddenin birbirinden parçalanma neticesinde ayrılınca yeni parçacıklar, zamanla yıldızlar, gezegenler, karşı gezegenler ve insanlar, çok muhtemelen de karşı insanlar yaratıldı.” Prof. Kurşunoğlu kara mikro delikleri de şöyle açıklıyor: “Aklın alamayacağı kadar büyük yer çekiminde meydana gelen mikro siyah delikler hemen hemen “0” boyuta yakın ve protonun 1 milyon misli ağırlıkta yeni parçacıklar. Bu ağırlık ise 1’in 10 milyonda biri ağırlıkta. Yani tespiti mümkün olamayacak ölçüde az ağırlıkta”

1972 yılında Cumhurbaşkanlığı Bilim Ödülü, 2001 yılında bilime katkılarından dolayı Atatürk Özel Ödülü verildi.  Ölmeden önce dünyaya ve tüm insanlığa kalıcı bir eser bırakmak amacıyla bir kitap yazmış ancak ölümünden dolayı kitabı yayınlanamamıştır. Türkiye ve tüm dünya için çok önemli bir bilim insanı olan Behram Kurşunoğlu, 25 Ekim Günü, 82 yaşında iken ABD’nin Miami şehrinde vefat etti. Hayatını bilime adamış bu büyük bilim insanımızı saygıyla anıyoruz.

”Eninde sonunda akıl ve bilim galip gelecektir!” – Behram Kurşunoğlu

Yazan: İlkcan Erdem

Dilhan Eryurt’un İzinden (II)

Yazının ilk kısmı için: Dilhan Eryurt’un İzinden

Dilhan Eryurt, sonrasında ABD Bilimler Akademisi bursu ile NASA’nın New York’taki Goddard Uzay Araştırma Enstitüsü’nde görev alır. Uzay ve yer bilimleri üzerine çalışmalar yapan enstitüde bu konuda çalışan tek kadındır. Burada astrofizik ve yıldız yapıları üzerine ders almaya ve çalışmaya başlar. Burada Kanada’da çalışma fırsatı bulduğu Dr. Cameron da vardır. Çalışır, çalışır, çok çalışır… Bursunu üç kez üst üste uzatır. Artık esas kadroya alınmıştır. Maaşı hakkında da şunları söyler:

“İlk yıl belli bir burs ücreti alıyordum. İkinci yıl kurallara göre 500 dolar kadar bir artış yapıyorlardı. Ben ertesi yıl da 3. kez bursu alınca, esas kadroya alındım. Birlikte çalıştığımız Prof. Cameron bana dönüp ne kadar para alacağımı sordu, bilmediğimi söyleyince yanıtını de yine kendisi verdi. Öyle bir ücret veriyorlardı ki, hayal etmeme bile olanak yoktu. Hemen, ‘Ama bu çok büyük para, her halde çok sıkı çalışmam gerekecek,’ deyiverdim. Profesör de ‘Aptal olma, sen bunu hak ediyorsun,’ diye çıkıştı.”

Eryurt, devamında Cameron ile Güneş evrimi üzerine çalışmalar yapar. Güneş hakkında bilinen çok önemli bir yanılgı gün yüzüne çıkmıştır: Aslında Güneş başlangıçta soğuk değil daha da sıcaktır ve gitgide soğumaktadır. Bu konuda Prof. Cameron ile çalışarak modeli tekrar oluşturur, 1963 senesinde hocası ile beraber bir makale hazırlar ve “The Early Evolution of the Sun” adı ile yayınlar. Dilhan Eryurt bir TRT belgeselinde bu konuyu şöyle açıklar:

“Gayet mükemmel bilgisayar sistemleri mevcuttu, ve biz Güneş’in oluşumundan bugünkü durumuna kadar durumuna kadar teorik [bir] model hesapladık. … Güneş bizim için en yakın yıldızdır. Güneş’in kütlesi, yüzey sıcaklığı, parlaklığı ve bir de yaşı oldukça kati olarak bilinmektedir. Teorik [olarak] Güneş’in oluşumundan başlayıp modeller kurarsak ve bunları muhtelif zaman aralıklarındaki durumunu inceleyip de nihayet 4,5 milyar yıl sonraki bir model elde edersek ve bu teorik model bugün Güneş’in bize gönderdiği ışınımı veriyorsa, yüzey sıcaklığı bugünkü değerine eşitse [işte] o teorik model Güneş’i temsil eder. Ve biz bu çalışmamızda o zamana kadar bilinenden daha değişik bir sonuca vardık, ve Güneş’in ilk devirlerindeki parlaklığının şimdikinden çok daha fazla olduğunu, yavaş yavaş azaldığını, içinde termonükleer reaksiyonlar başladıktan sonra bugünkü durumuna eriştiğini bulduk. Eğer Dünya’mız Güneş’in ilk devirlerindeki çok sıcak etkide kalmışsa, o zaman Güneş’i oluşturan maddelerin kimyasal fiziksel yapılarında bazı değişimler olmuştur. Tabii bu söz aynı zamanda Dünya’nın uydusu olan Ay için de doğrudur. O sıralarda Ay’a gidecek astronotlar hazırlıklar yapıyorlardı. Tabii bunların bilinmesi Ay’a gidecek astronotların karşılaşacakları ortamlar açısından da önem taşıyordu.”

Dilhan Eryurt, 1969 yılında NASA tarafından çok az bilim insanına nasip olan Apollo Başarı Ödülü’ne layık görülür. Ayrıca bu çalışmaları sebebiyle yabancı uyruklulara o dönem verilmeyen kıdemli araştırma ünvanını da almıştır.

Dilhan Eryurt, üzerinde çalışmış olduğu yıldız modelleri oluşturma ve yıldızlardaki termonükleer ilişkileri inceleme konularını, dünya çapında çalışmalara açan birkaç kişiden biri olmuştur.

İşte bir bilim insanının, bilim dünyasına kattıkları…

Artık sıra memleketine dönerek, bu ilmi kendisinden sonra devam ettirecek gençler yetiştirme zamanıdır. Eryurt, 1 yıl boyunca Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) misafir hocalık yapar, bölümde astrofizik derslerini başlatır. Ülkemizde bilimin gelişmesi adına Amerika’da bilimsel toplantılara katılır. Astronomların bir araya geldiği ve fikir alışverişi yaptığı bu toplantılarının bir benzerini de ülkemizde yapmak ister. TÜBİTAK’ın da desteğini alarak 1. Ulusal Astronomi Kongresi’ni ODTÜ’de gerçekleştirir. Tabii o zamanlar koca ülkede sadece 25 astronom vardır ve hepsi de bu kongreye katılmıştır. Sonrasında bir gelenek haline gelen bu kongre, iki yılda bir belirlenen bir üniversitede yapılmaya devam etmektedir.

Dilhan Eryurt 1969 yılında NASA’ya döner ve Dr. Cameron ile bilimsel çalışmalarına devam ederek yeni çalışmalara ve makalelere imza atarlar. 1973 yılında ODTÜ’ye geri dönerek burada Astrofizik Anabilim Dalı’nı kurar. Böylece birçok öğrenci bu alana yönelecek ve önemli çalışmalara imza atacaktır. Bu çalışmaların karşılığında 1977’de TÜBİTAK tarafından “Bilim, Hizmet ve Teşvik Ödülü” ile ödüllendirilir.

Eryurt, ODTÜ’de 6 ay Fizik bölüm başkanlığı, sonrasında 5 yıl boyunca da Fen Edebiyat Fakültesi’nde dekanlık yapar. 1991 yılında ODTÜ kampüsünde bir gözlemevi kurulmasını sağlar, fakat ne yazık ki bu gözlemevi artık kullanılmamaktadır. Halen Saklıkent, Antalya’da faaliyet gösteren TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nin yapılmasına da katkı sağlar. Eryurt, 1993’te ise emekliliğine ayrılır.

Gazete sayfalarında küçük bir yer alarak basına yansımış bir vefa borcundan da bahsetmek istiyorum. Bir internet haberinde bahsedildiği üzere; Dilhan Eryurt’un eşi, eski Erzurum milletvekili Sebahattin Eryurt dönemin Erzurum Milli Eğitim Bakanı Fevzi Budak’ı arayarak, “Evladım hayatımın son dönemlerini yaşıyorum. Ne kadar daha yaşayacağımı bilmiyorum. Eşimle birlikte devletin çeşitli kademelerinde görev yaparken biriktirdiğimiz bir miktar paramız mevcut. Bu birikimlerimizi, her şeyimle bağlı olduğum Erzurum eğitimine bağışlamak istiyorum. Bana bu birikimlerimizi Ankara için harcamam teklif edildi. Ama ben kabul etmedim,” der. Yıllarca devlete çeşitli kademelerde hizmet etmiş karı-koca, biriktirmiş oldukları tüm servetlerini Erzurum Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağışlamışlardır. 800.000 TL’lik bağış şartlıdır: Bir kısmı ile Erzurum merkezine anaokulu, kalan kısmı ile Pasinler ilçesine 100 öğrenci kapasiteli bir kız yurdu yaptırılacaktır. Çocukları olduğu halde neden tüm servetlerini bağışladıkları sorusuna ise kısa ama anlamlı bir cevap verirler: “Ömrümüzün sonuna geldik, memlekete vefa borcumuzu ödemek istedik.”

Ve Dilhan hocamız, 2012 yılında hayata gözlerini yumar…

Dilhan Eryurt’a bilim dünyasına kattığı, ülkemizde bilimin ve eğitimin gelişmesi için yaptığı her şey için teşekkür ederiz. Kendisi bizlere yol gösterici ve büyük bir örnek teşkil etmektedir.

Dilhan Eryurt arkasında sadece büyük başarılar bırakmaz. Kendisi gibi birçok öğrenci yetiştirir ve onlar da başka öğrenciler… Mesela Halil Kırbıyık. TÜBİTAK Ulusal Gözlemevi’nin müdürü olan hocamızdan bir yazı istedim ve sağ olsun kırmadı. Söze ise “Şüphesiz daha söylenecek pek çok şey var…” ile başladı:

“Prof. Dr. Dilhan Ezer Eryurt ile 1968 yılından itibaren, emekliliğine kadar öğrenci-öğretmen-idareci, meslektaş ve arkadaş olarak yaklaşık 25 yıl beraber çalıştık. Bunun son 5 yılı ortak idareciliktir.

Tasarrufta aşırı titizlik gösterdiğini hatırlıyorum. Bir gün Dekanlık’ta otururken, “Bir şeyler yazmak için kağıt gerekiyor,” dedi. Ben hemen dosya kağıdı almak için ayağa kalktım ve getirmek için hamle yaptım. Bana “Dur, burada var,” dedi. Masasının sağ alt kısmından bir tomar eski samanlı kağıtlardan çıkardı. Ben “Hocam, ben temiz kağıt getireyim,” dedim tekrar. Ancak “Gerek yok, bunlar idare eder,” dedi. Sonra ben ona, “Bu kağıtları nereden buldunuz?” dedim. Çünkü o kağıtlar artık kullanılmıyordu. Dilhan Hanım da “Öyleyse hikayesini anlatayım,” dedi. “Bu kağıtlar babamın 1940’lı yıllarda bürokratlık yaptığı dönemlerden kaldı, evde duruyorlardı. Bunları şimdi müsvedde kağıdı olarak kullanıyorum; beyaz temiz kağıtları başka, daha önemli işlere kullanırız,” diyerek sözü bağladı. Devlette israfı önlemek için babasından 45-50 yıl önceden kalan kağıtları kullanarak devlet bütçesine katkıda bulunmayı yeğliyordu.

Bu anı benim belleğimde hep yer etmiştir. Zira pek çok bürokratın veya devlet görevlisinin bir makama getirildiğinde ilk işinin odasını tefriş etmek, pahalı şeylerle dekore etmek veya donatmak olduğuna şahit oldum.

Prof. Eryurt çalışmalarında ulusal ve uluslararası iş birliğine çok önem verirdi. Ancak merkez üssün ülkemizde, ODTÜ’de olması için çok çaba sarf etmiştir. Bunun için öğrenci yetiştirmenin önemine her zaman vurgu yapmış ve yüksek lisans ile doktora öğrencileri yetiştirmiştir. Bu çabası sonunda meyve vermiş, ODTÜ merkezli uluslararası projeler yapılmaya başlanmıştır.

Araştırmalarında kaliteye her zaman önem vermiş ve bu yönde bizleri hep teşvik etmiştir. Çalışmaları, daha çok yıldız yapısı ve evrimleri, ve özellikle Güneş üzerine olmuştur. Bu alanlarda evrensel ölçütlerde 50 civarında yayın yapmış, bu çalışmalarına yabancı müelliflerden [yazarlardan] verilen pek çok atıf almıştır. Güneş ile ilgili hala çözülememiş olan nötrino problemi üzerinde araştırmalarını geliştirmiş ve problemi çözme yönünde önemli katkılar sağlamıştır. Katıldığım uluslararası toplantılarda alanının tanınmış bilim adamlarının, Eryurt’u bilime katkı yapan üst düzey bilimcilerin arasına koymaları beni her zaman duygulandırmıştır.

TÜBA ve ulusal-uluslararası mesleki derneklerin de üyesi olan sayın Prof. Dr. Dilhan Eryurt gibi bir bilim kadının ülkemizde yetişmiş olmasından ne kadar gurur duysak azdır.”

Biz de ODTÜ Amatör Astronomi Topluluğu olarak, hocamız Dilhan Eryurt’un adını verdiğimiz bir gelenek başlatmak istiyoruz. Lisans, lisansüstü, doktora öğrencilerinin katılıp araştırmalarını, çalışmalarını, elde ettiği verileri sunabileceği, böylece özgüven kazanıp eksiklerini görecekleri, aynı alanda çalışmalar yapan başka üniversitelerden öğrenciler ile tanışıp bilgi alışverişi yapacakları bir etkinliği, 1. Dilhan Eryurt Gökbilim Günü‘nü düzenlemeye hazırlanıyoruz. 22 Nisan 2017 Cumartesi günü gerçekleşecek bu etkinliğimize sizleri de bekleriz. Astronomiyle kalın…

Ayrıca, Dilhan Eryurt hakkındaki bu videoları da izlemeniz tavsiye edilir:

https:/youtu.be/rG9p0CUvbjE

Kaynakça:
https://medium.com/@_tanricabastet_/kadın-hikayeleri-dilhan-eryurt-58df2cda94b
http://www.acikbilim.com/2012/03/dosyalar/gokyuzu-kadinlarindir.html
http://fizikciler.info.tr/index.php/13-fizikciler/79-dilhan-eryurt
https://tr.wikipedia.org/wiki/Dilhan_Eryurt
http://www.focusdergisi.com.tr/bilim_insanlari/soylesiler/00462/
Gökyüzü bülteni, 57. sayı

Yazan: Aylin Açıkgöz

Dilhan Eryurt’un İzinden (I)

Bu yazıya başlamadan önce, Dilhan Eryurt hakkında dergilerde, internette birçok yazı okudum; bazı öğrencilerinin hakkında yazdıkları yazılara baktım, videolar izledim. Karşımda başarılarla dolu bir hayat hikayesi vardı. Zorluklara rağmen yılmayan, ilklere imza atan, kendi için çalışan, maddi geliri ve statüyü öncelik olarak görmeyen, kendisinden sonra da kendi gibi öğrenciler yetiştiren bir Türk bilim insanının hikayesi idi bu.

Dilhan Eryurt, 19 Kasım 1926’da İzmir’de dünyaya gelir. Cumhuriyet yeni kurulmuştur. Okula gitmek, eğitim görmek şimdiki kadar kolay değildir, hele ki bir kız çocuğu için. Alfabeyi kısa sürede öğrenen, kitapları ezberleyen, matematiğe özel ilgisi olan ve başarısı ile övünmeyip kendi için çalışan öğrenci Dilhan, liseyi takdirnâme alarak bitirir. Ayrıca lisede üst üste üç yıl iftihar listesine de girmeyi başaran bir öğrenci olan Dilhan’a, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Nutuk kitabını hediye eder. İçinde şöyle bir not vardır: “Gönlümün bütün dileği, sizin de gireceğiniz meslekte ve ileriki hayatınızda Atatürk gibi Türk milletine büyük hizmetler etmeniz ve insanlığa milletiniz yolundan büyük faydalar ve bahtiyarlıklar getirmenizdir.”

İlginçtir ki yaşamı boyunca önemli ödüllere layık görülmesine rağmen, aldığı en önemli ödül olarak bu Nutuk kitabını görür. Dilhan Eryurt der ki: ” Bu sözler benim yaşamımdaki başarılı hizmetlerin dayanağını teşkil eder.” İşte o dönemlerde yetişen bir kız çocuğu, bilim adına hem ülkesinde hem de dünyada birçok başarıya imza attı. Tıpkı babasının ona öğütlediği gibi yaptı: “Kızım, oku, kendini yetiştir ve memleketin için bir şeyler yap.”

Matematiğe olan ilgisi ona 1942 yılında İstanbul Üniversitesi Yüksek Matematik ve Astronomi Bölümü’nü seçtirir. Bu dönemde, astronomi derslerine ülkemizde yeni yeni yer verilmeye başlanmıştır. Yardımcı ders olarak okutulan astronomi dersleri ile birlikte Dilhan Eryurt’ta astronomi ilgisi de oluşmaya başlar. Matematiği de kullanabileceği için astrofizik alanına yönelen Dilhan Eryurt, çevresindekilere, “Günün birinde size Ay’dan el sallayacağım,” der.

Dilhan Eryurt’un İstanbul Üniversitesi’nde okuduğu dönemde, Nazi zulmünden kaçıp gelen profesörler İstanbul Üniversitesi’nde ders vermektedir. Çok güçlü temelleri olan bu profesörler, çok güçlü temeller vermiştir. Daha sonrasında, Ankara Üniversite’sinde Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü açılması için görevlendirilen Tevfik Okyay Kabakçıoğlu’nun yanında Dilhan Eryurt fahri asistanlık yapar. Bu nedenle birkaç yıl ücret almadan çalışan Dilhan Eryurt’a Tevfik Okyay, “Bir şey söyleyeceğim ama utanıyorum. Seni hiç olmazsa laborant konumuna sokalım da, bari yol paran çıksın,” demiştir. Kendisine kadro çıkmıştır çıkmasına ama buna artık gerek yoktur çünkü babası onu büyük dayısının yanına, Michigan’a gönderir. Eryurt, Michigan Üniversitesi’nde astronomi bölümüne kabul edilir, burada astrofizik üzerine yüksek lisansını tamamlar. Başarısı ile dikkat çekmesi üzerine hocaları orada kalmasını ister ama o memleketine geri dönmeyi tercih eder.

Türkiye’ye döndüğünde Ankara Üniversitesi Astrofizik Anabilim Dalı’nda asistan olur. Prof. Dr. Egbert Adriaan Kreiken’in yanında doktora, daha sonra da doçentlik çalışmalarına başlar. Bu dönem 1950’li yıllara denk gelmektedir. Üniversitede yabancı dili olan asistan bulunmaması nedeniyle Hollandalı profesör Kreiken’in tercümanlığını da kendisi üstlenmiştir. Kreiken’in enstitünün kütüphanesini geliştirmek için getirdiği kitaplar sayesinde Dilhan Eryurt, Michigan’dan dönerken yanında getirdiği araştırmalar ve verilerle birlikte çalışmalarına devam etmiştir.

Kreiken, eşi ve Eryurt haftasonları Ankara’da gezintiye de çıkardı. Halkla sohbet eder ve bir rasathanenin kurulması için uygun bir yer ararlardı. İşte Ankara Üniversitesi’nin Ahlatlıbel’deki Kreiken Rasathanesi’nin yerinin seçilmesi de işte o zamanlara denk gelir.

Dilhan Eryurt doçentliğini tamamladığında, Kreiken 30 yaşında doçentliğini tamamlayan bu genç ve başarılı öğrencisine profesörlük teklif eder. Ancak Eryurt kendisini daha fazla geliştirmek istediğinden bu teklifi reddeder. Sıradaki yolculuğu ise Kanada’yadır.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın bursu ile bu kuruma bağlı olan laboratuvarda çalışmaya Kanada’ya gider. Burada Deep River Atom Enerji Laboratuvarı’nda Dr. Cameron’un yanında çalışmaya başlar. Dilhan Eryurt bu zamanları şöyle anlatıyor:

”Gerçek astrofizikle burada karşılaştım. Türkiye’de biz bilgisayar bile görmemiştik, hesaplamaları hesap makinesiyle yapıyorduk. Kanada’da Prof. Cameron’un yanına gittim ve o bana çalışmam için üç konu teklif etti. Ben hidrojen yıldızlarını seçtim. Dr. Cameron bana dönüp, ‘En zorunu seçtin,’ dedi. Ardından da, önce hidrojenden oluşan bir gazın opozitesini [opasite, ışık geçirmezlik] hesaplamak gerektiğini söyledi. Bir bilgisayar programı yapmam gerekiyormuş. Programa belli sıcaklık ve yoğunluk değerleri girilince, program o gazda opozitenin ne olması gerektiğini bulmalıymış. Yani programın bunu yapması için, benim de programı yapmam gerekiyordu. Ama ben değil bilgisayar programını; bilgisayarı ve programlamayı bile bilmiyordum. Hemen kütüphanelere gittim, kitaplar aldım ve programlamayı öğrendim ve programı başardım. Dr. Cameron, ‘Şimdi bunu bilgisayara koy,’ dedi, ama ben daha önce bilgisayarı görmemişim. Gittik kartları yerleştirdik ve Dr. Cameron ‘Git sonucu al,’ dedi. Sonucu birkaç saniye içinde elimde görünce doğrusu çok şaşırdım.”

Eryurt, daha sonra ise ABD’ye giderek önce Amerikan Soroptimist Federasyonu bursuyla ABD’de Indiana Üniversitesi’nde görev alır. sonra da üniversiteye bağlı Goethe Link Gözlemevi’nde yıldız modelleri yapmakla tanınmış Prof. Dr. Marshall Wrubel ile çalışmaya başlar. Bu gözlemevinde Dilhan Eryurt, emrindeki büyük bir bilgisayarın başında gecesini gündüzüne katarak çalışır ve bu çalışmalar meyvesini verip, yıldız modellerini oluşturmada kullanılan yeni bir yöntem ortaya koyar. Dilhan Eryurt’un sözleriyle: “O zamana kadar yıldız modellerinin çözümü için kullanılan yöntem ‘fitting’ yöntemiydi ve hep onu kullanırlardı. Ne olduğunu kısaca söylemek gerekirse; yıldızın merkezinden başlayarak 4 diferansiyel denklem bir orta noktaya gelir. İkinci bir başlangıç da, yüzey şartlarından başlayarak içeri doğru çözümlenir ve belirli bir kesişme noktasında 2 çözümün birbirine uyması istenir. Uymuyorsa, çakışana kadar değişimler yapılır. Biz o günlerde yıldızın yüzeyinden içine kadar çözümü otomatik şekilde tek bir yoldan giderek yaptık. İki ayrı yoldan değil. Bulup geliştirdiğimiz yöntem buydu.” Bu yöntem sonraları ABD Atomik Enerji Komisyonu, Los Alamus Ulusal Laboratuvarında kullanılmaya başlandı.

Yazının devamı için: Dilhan Eryurt’un İzinden (II)

Kaynakça:
https://medium.com/@_tanricabastet_/kadın-hikayeleri-dilhan-eryurt-58df2cda94b
http://www.acikbilim.com/2012/03/dosyalar/gokyuzu-kadinlarindir.html
http://fizikciler.info.tr/index.php/13-fizikciler/79-dilhan-eryurt
https://tr.wikipedia.org/wiki/Dilhan_Eryurt
http://www.focusdergisi.com.tr/bilim_insanlari/soylesiler/00462/
Gökyüzü bülteni, 57. sayı