gokyuzu.org

Big Bang’den Sonraki En Büyük Patlama Keşfedildi!

Big Bang’dan sonra yaşanan en büyük patlama bilim insanları tarafından keşfedildi. Bu eşi olmayan patlama, 390 milyon ışık yılı uzaklıktaki Ophiuchus galaksi kümesinin merkezindeki süper kütleli kara delikte meydana geldi ve kendisinden önceki rekor patlamadan 5 kat daha fazla enerji saldı.

   Bu patlama o kadar güçlüydü ki kara deliğin etrafını saran sıcak plazmada bir oyuk açmayı başardı. Washington DC’de Birleşik Devletler Deniz Araştırma Laboratuvarı’nda çalışan ve bu konuda başyazar olan Simona Giacintucci “Bu patlama bir bakımdan 1980’de St. Helens Dağı’nda meydana gelen yanardağ patlamasının dağın tepesini parçalamasına benziyor. Buradaki temel fark patlamanın ‘kraterine’ on beş tane Samanyolu Gökadası’nı sığdırabiliriz’’ dedi.


Telif: X-ray: NASA/CXC/Naval Research Lab/Giacintucci, S.; XMM:ESA/XMM; Radio: NCRA/TIFR/GMRTN; Infrared: 2MASS/UMass/IPAC-Caltech/NASA/NSF

   Astronomlar bu keşfi NASA’nın Candra X-ışını Gözlemevi, ESA’nın XMM-Newton X-ışını Teleskobu, Avustralya’daki Murchison Widefield Array (MWA) ve Hindistan’daki Giant Metrewave Radyo Teleskobu (GMRT) aracılığıyla elde edilen X-ışını ve Radyo dalgaboyu verilerini kullanarak yaptılar. 

   2016’da Chandra’da yapılan gözlemler sonucu elde edilen veriler bu devasa patlamanın ipuçlarını ortaya çıkarmıştı. Norber Werner ve ekibi Chandra’nın çektiği fotoğraflardaki yıldız kümesinde alışılmadık bir kavisli kenarın bulunduğunu keşfettiler ve bu kısmın süper kütleli kara delikteki jet patlamaları[1] sonucu oluşup oluşmadığını araştırmaya başladılar. Fakat bu olasılığı yok saydılar çünkü kara deliğin böyle bir oyuğu oluşturması için çok büyük miktarda enerji gerekirdi.

     Simona Giacintucci ve ekibi yaptığı son çalışma ile bu devasa patlamanın ‘’gerçekten’’ yaşandığını kanıtladı. Giacintucci ve ekibi öncelikle bu kavisli kenarın XMM-Newton’la da saptandığını gösterdi ve böylelikle Chandra gözlemlerini doğruladı. Ekibin en önemli adımı ise bu kavisli kenarın aslında oyuğun ‘’duvarının’’ parçası olduğunu MWA ve GMRT arşivlerindeki yeni radyo verilerini kullanarak göstermeleriydi. Bu duvarlar radyo ışımalarıyla dolu bir alan oluşturuyorlardı. Bu ışıma ise ışık hızına yakın bir hızda hareket eden elektronlar tarafından oluşturuluyordu. Bu karadelik patlamasının şu ana kadar sona erdiği tahmin ediliyor çünkü bilim insanları elde ettikleri radyo verilerinde yeni oluşan jetlerin izlerine rastlamıyor. Chandra verileri bize bu ani kesilişin sebebini açıklayabiliyor. Bu veriler bize X-ışınları sayesinde görülen en yoğun ve soğuk gazın şu anda merkez gökadadan farklı bir konumda bulunduğunu gösteriyor

Kaynakça:

https://www.nasa.gov/mission_pages/chandra/news/record-breaking-explosion-by-black-hole-spotted.html

https://phys.org/news/2020-02-astronomers-biggest-explosion-history-universe.html

Çeviri: Alperen Ergün

Asterizm

Takımyıldızlar ile sıklıkla karıştırılan asterizm*, aynı takımyıldızlar gibi çıplak gözle görülebilen yıldız şekilleridir. Genellikle asterizmi oluşturan yıldızlar arasında herhangi bir fiziksel bağlılık yok iken; aralarında oldukça uzak mesafeler vardır. Büyük Kepçenin, Büyük Ayı takımyıldızının bir parçası olması gibi bir takımyıldızının içinde bulunabilirken; Yaz Üçgeni gibi farklı takımyıldızlarının parçası olan yıldızlar tarafından oluşturulabilir.

YAZ ÜÇGENİ:

Kuzey göksel yarımkürede bulunan bir asterizmdir. Kuzey yarımküreden yaz aylarında görünebilir durumdayken, güney yarımkürede kış aylarında ters bir biçimde görülebilir. Yaz Üçgeni Vega, Deneb ve Altair yıldızlarından oluşur ve bu yıldızlar sırası ile Çalgı, Kuğu ve Kartal takımyıldızlarında bulunur. Her biri bulunduğu takımyıldızındaki en parlak yıldızdır. En parlakları olan Vega Yaz Üçgeni’nin tepesinde bulunur. Güneş’ten yaklaşık 50 kat daha parlak ve Güneş’e 25.3 ışık yılı uzaklıktadır. Aynı zamanda gökyüzündeki en parlak 5. yıldızdır. Yaz Üçgeni’nin 2. parlak yıldızı olan Altair ise gökyüzündeki en parlak 12. yıldız olup Güneş’ten 16.7 ışık yılı uzaklıkta bulunmaktadır. Vega’nın sağ alt tarafında görülebilmektedir. Parlaklık sıralamasında son sırada olan Deneb ise gökyüzünde en parlak 19. yıldızdır. Güneş’ten uzaklığı hakkında hala kesin bir kabul olmamakla birlikte en çok kabul gören görüş yaklaşık 1500 ışık yılı uzaklıkta bulunduğu görüşüdür. Vega’nın hemen sol altında bulunmaktadır.

KIŞ ÜÇGENİ:

Hayali bir eşkenar üçgen şeklinde olan bu asterizm, kış aylarında kuzey yarımküreden, yaz aylarında ise güney yarımküreden görülebilir durumdadır. Kış Üçgeni Betelgeuse, Sirius ve Procyon yıldızlarından oluşur ve bu yıldızlar sırası ile Avcı, Büyük Köpek ve Küçük Köpek takımyıldızlarında bulunur. Avcı takımyıldızının sağ omzunda bulunan Betelgeuse, Güneş’ten 650 ışık yılı uzaklıkta olup gökyüzünün en parlak 9. yıldızıdır. Gökyüzündeki en parlak yıldız olan Sirius ise Kış Üçgeninin güney ucunda bulunmaktadır. Beyaz renkli bu yıldız Güneş’in 2 katı kütleye sahip olup 8.6 ışık yılı uzaklıktadır. Son olarak ise Procyon gökyüzündeki en parlak 8. Yıldız olarak bilinmektedir. 1.5 Güneş kütlesinde olan Procyon 11.4 ışık yılı uzaktadır.

KIŞ ALTIGENİ:

Kış Üçgeni’nin iki üyesi Sirius ve Procyon’unda içinde bulunduğu Kış Altıgeni adından da anlaşılabileceği üzerine Rigel, Aldebaran, Capella ve Pollux yıldızlarının da bir parçası olduğu altıgen bir şekildir. Bu yıldızlar sırası ile Avcı, Boğa, Arabacı ve ikizler takımyıldızlarında bulunur. Aralık ve mart aylarında Kuzey yarımküreden görülebilmekte iken şubat ve mart ayları arasında güney yarımküreden de görülebilir olmaktadır.

BAHAR ÜÇGENİ:

Çoban, Başak ve Aslan takımyıldızlarını birbirine bağlayan Bahar Üçgeni her biri bulundukları takımyıldızınız en parlak yıldızı olan Arcturus, Spica ve Regulus’tan oluşur. Mart ve mayıs ayları arasında kuzey yarımkürede görünür durumdadır.

BÜYÜK ELMAS:

Virgo’nun Elması olarak da bilinen bu asterizm Canes Venatici takımyıldızında bulunan Cor Caroli ikili yıldız sisteminin Bahar Üçgeni ile birleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır. Gökyüzünde oldukça büyük bir alan kaplayan Büyük Elmas, Büyük Kepçe’den bile daha büyük olması ile dikkat çekmektedir. Bahar aylarında Kuzey yarımküreden görülebilmektedir. 

BÜYÜK KEPÇE:

Gökyüzünde en kolay tanınabilen şekillerden biri olan Büyük Kepçe, Büyük Ayı takımyıldızının 7 parlak yıldızı Alkaid, Mizar, Alioth, Megrez, Phecda, Dubhe ve Merak  tarafından oluşmaktadır. 7 yıldızın 4’ü gövdeyi oluştururken 3’ü tutacağı oluşturmaktadır. Asterizmin en parlak yıldızı olan Alioth aynı zamanda gökyüzündeki en parlak 31. Yıldızdır. Bir çok kültür tarafından tanınmakta olan bu asterizm pulluk ve büyük vagon gibi adlarla da anılabilmektedir. Ayrıca farklı kültürlerde bir çok farklı hikayeye konu olmuştur. Örneğin, bir Arap hikayesinde 4 yıldızın oluşturduğu gövde bir tabutu temsil ederken, tutacak ise yas tutan insanları temsil etmektedir. Bazı Amerikan yerlileri ise gövdeyi bir ayı olarak ve tutacaktaki 3 yıldızı bu ayıyı takip eden yavrular veya avcılar olarak düşünmektedir.

AVCININ KEMERİ:

Altinak, Almila ve Mintaka yıldızlarından oluşan bu sistem aynı zamanda 3 Krallar ve 3 Kız Kardeşler olarak da bilinmektedir. Avcının Kemeri ismini ise üç yıldızın Avcının kıyafetinde duran bir kemeri oluşturuyormuş gibi durmasından almıştır. Avcı takımyıldızını bulmada çok büyük kolaylık sağlayan bu asterism, Kuzey yarımkürede kış aylarında gözlemlenebilir iken güney yarımkürede yaz aylarında görülebilir duruma gelmektedir. Özellikle Ocak ayında 21.00 saatlerinde görünürlüğü en yüksek seviyeye gelmektedir. Kemerin sağ tarafında bir üçlü yıldız sistemi olan Altinak bulunmaktadır. Sistemin ana yıldızı olan Altinak çap olarak Güneş’ten 20 kat daha büyük olup 1260 ışık yılı uzaklıktadır. Bir üstdev olan Alnilam gökyüzündeki en parlak 29. Yıldızdır ve Avcının Kemerinin ortasında görülebilmektedir. Güneş’ten yaklaşık 2000 ışık yılı uzaklıktadır. Son olarak kemerin sol tarafında ise Mintaka çoklu yıldız sistemi vardır. Bu sistemi oluşturan yıldızların yaşları hala belirsizliğini korumaktadır.

PEGASUS’UN BÜYÜK KARESİ:

Yaz aylarında kuzey yarımküreden görülebilir durumda olan bu asterizm Pegasus takımyıldızından Markab, Scheat, Algenib ve Andromeda takımyıldızından Alpheratz yıldızının birleşimiyle oluşmuştur. Hepsi 2. Dereceden olan bu yıldızlar benzer parlaklıklara sahiptir. En parlakları ise 97 ışık yılı uzaklıkta bulunan Alpheratz yıldızıdır. Büyük Kare Pegasus’un gövdesini temsil etmektedir.

ELBİSE ASKISI:

Elbise Askısı ya da Brocchi’nin Kümesi olarak anılan bu küçük asterism Tilki Takımyıldızında bulunmaktadır. 5 ile 7 Derece arası  10 tane yıldızdan oluşturmaktadır. Düz bir çizgi üzerinde gibi görünen 6 yıldız ve kancayı oluşturan 4 yıldız elbise askısı görüntüsünü oluşturur.

KEMBLE’İN ÇAĞLAYANI:

Zürafa takımyıldızında bulunan bu şekil birbiri ile bağlantısı bulunmayan  bir çok yıldız tarafından oluşmuştur. 5 ile 10 derece arası 20 tane yıldızın olduğu şeklin sonunda ise NGC 1502 açık kümesi görülebilmektedir. Bu asterizm, 7×35’lik dürbünü ile gökyüzünü tararken farkeden keşiş ve amatör astronom Lucian Kemble’nin ardından isimlendirilmiştir. Kemble bu şekli “ Kuzeybatıdan NGC 1502 açık kümesine yuvarlanan bir soluk yıldız çağlayanı” olarak bahsetmiştir.

NAPOLYON’UN ŞAPKASI:

Bazı kaynaklar tarafından Picot 1 olarak da bilinen bu asterizm Fransız astronom Fulbert Picot tarafından keşfedilmiştir. 9 ile 10 derece arası 7 yıldızdan oluşur ve Çoban takımyıldızında bulunur.

Kaynakça

http://astronomy.swin.edu.au/cosmos/A/Asterism

https://en.wikipedia.org/wiki/Asterism_(astronomy)

https://en.wikipedia.org/wiki/Winter_Hexagon

https://en.wikipedia.org/wiki/Big_Dipper

https://en.wikipedia.org/wiki/Orion%27s_Belt

https://en.wikipedia.org/wiki/Brocchi%27s_Cluster

https://en.wikipedia.org/wiki/Kemble%27s_Cascade

https://www.astronomyhouston.org/newsletters/guidestar/asterisms-napoleons-hat-picot-1

Orion’s Belt

https://www.constellation-guide.com/winter-hexagon

https://www.constellation-guide.com/great-diamond

https://www.constellation-guide.com/big-dipper

https://www.constellation-guide.com/great-square-of-pegasus

https://earthsky.org/favorite-star-patterns/the-coathanger-a-binocular-star-hop-adventure

Yazan: Muhammet Tekin

Hubble, Orta Kütleli Kara Delikler Hakkında En Güçlü Delili Buldu!

Keşfedilecek gizemlerle dolu olan evrende, kara delikleri hepimizi heyecanlandıran oluşumlar arasında saymamız mümkündür. Bilim insanları tarafından yürütülen çalışmalar sonucunda kara delikler hakkında birçok yeni bilgiler ortaya çıkartılıyor.

Orta kütleli kara delikler, kara delik evriminin uzun zamandır aranan kayıp parçalarıdır. Öncesinde bu sınıfa aday kara delikler olsa da, araştırmacılar yeni gözlemlerin bu zamana kadarki en büyük delil olduğunu düşünüyorlar. Güneşimizin 50.000 katı olan bu yeni kara delik, büyük galaksilerin merkezlerinde gördüğümüz süper kütleli kara deliklerden küçük (bu kara delikler milyonlarca veya milyarlarca Güneş kütlelidir); büyük kütleli yıldızların patlaması sonucu oluşan kara deliklerden ise büyüktür.

“Orta kütleli kara delikler bulunması zor cisimlerdir ve bu yüzden her aday için alternatif açıklamaları dikkatli bir şekilde değerlendirip elemek büyük önem taşır. Hubble’ın adayımıza yapmamızı sağladığı şey tam da budur.” diyor New Hampshire Üniversitesinden Danheng Lin, kendisi aynı zamanda çalışmanın başlıca araştırmacılarındandır.

Lin ve takımı, NASA’nın Chandra X-ışını Gözlemevinden ve Avrupa Uzay Ajansı’nın X-ışını Çoklu Ayna Misyonundan (XMM-Newton) gelen bilgileri takip etmek için Hubble’ı kullandı. 2006 yılında, bu yüksek enerji uyduları güçlü bir X-ışını ışıması tespit ettiler; fakat bu ışımanın kaynağının galaksimizin içinde mi yoksa dışında mı bulunduğu belli değildi. Araştırmacılar, ışımanın sebebini tıpkı kara delik gibi güçlü kütle çekimine sahip bir cismin çok yakınına gelen bir yıldızın parçalanmasına dayandırdılar.

“Detaylı X-ışını gözlemlerini eklemek toplam enerji çıktısını anlamamızı sağladı.” diyor takım üyesi Natalie Webb, Fransa Toulouse Üniversitesinden. “Bu sayede kara delik tarafından parçalanan yıldızın türünü anlayabiliyoruz.”

Şaşırtıcı şekilde, 3XMM J215022.4-055108 isimli X-ışını kaynağı herhangi bir galaksinin merkezinde değildi. Bu durum, süper kütleli bir kara delik bulma ihtimalini elerken, orta kütleli bir kara delik keşfedilmesi yönündeki umutları artırıyordu. Yine de bir sonuca ulaşmak için erkendi çünkü elenmesi gereken başka bir ihtimal vardı: galaksimizde bulunan ve soğumaya başlayan bir nötron yıldızı.

Hubble, kaynağın yerini net bir şekilde belirleyebilmek için ona doğru çevrildi. Derin ve yüksek çözünürlüklü görüntüleme, X-ışınlarının galaksimizde bulunan izole bir kaynaktan değil de başka bir galaksinin kenarlarında bulunan uzak, yoğun bir yıldız kümesinden geldiğini saptadı; tıpkı astronomların orta kütleli kara delik bulmayı bekledikleri türden bir yerde. Geçmişteki Hubble araştırmaları bir galaksi ne kadar büyükse merkezindeki kara deliğin de o kadar büyük olacağını ortaya koymuştu. Bu sebeple, X-ışını kaynağının bulunduğu yıldız kümesi, şu an ona ev sahipliği yapan büyük galaksinin kütle çekimi sonucu dağılan cüce bir galaksinin merkezinden geriye kalan bir parça olabilir.   

Orta kütleli kara delikler, süper kütleli kara deliklerden daha küçük ve daha az aktif oldukları için bulması zor kara deliklerdir. Ne çabucak erişebilecekleri yakıtları vardır ne de, X-ışını yaymaları ile sonuçlanacak olan, sürekli olarak yıldızları ya da diğer kozmik nesneleri çekmeye yetecek kadar güçlü kütle çekimleri. Dolayısıyla, astronomlar orta kütleli bir kara deliği saptayabilmek için onu, bu nadir de olsa, bir yıldızı yerken yakalamalılar.

Lin ve takım arkadaşları, yüz binlerce kaynak arasından bu orta kütleli kara delik adayı ile ilgili bir kanıt bulabilmek için XMM-Newton arşivlerini araştırdılar. Parçalanan yıldızdan yayılan X-ışınları astronomların kara deliğin kütlesini hesaplamalarını sağladı. Bu hesap, X-ışınının parlaklığına ve spektrum şekline bakılarak yapıldı.  

Bahsettiğimiz orta kütleli kara delik adayı, bu zamana kadar düşünülen muhtemel adaylardan ilki değil. 2009 yılında Hubble, NASA’nın Swift Gözlemevi ve ESA’nın XMM-Newton gözlemevi ile beraber, başka bir orta kütleli kara delik adayını saptamak için çalıştı. HLX-1 olarak adlandırılan bu aday, ESO 243-49 adlı bir galaksinin kenarlarında; yine cüce bir galaksinin merkezinden geriye kalmış olabilecek mavi yıldızlardan oluşan genç ve büyük bir yıldız kümesinde bulunuyordu. X-ışınları, bir kara delik etrafındaki toplanma diskinden gelirler. “Buradaki büyük fark cismimizin bir yıldızı parçalamasıdır. Bu durum onun HLX-1 gibi önceki adaylarda şüphelendiğimiz şekilde yıldız kaynaklı bir kara delik olması yerine orta kütleli bir kara delik olabileceği yönünde güçlü bir kanıt sunuyor.” diyor Lin.

Bu orta kütleli kara deliği bulmak, karanlık içinde henüz tespit edilememiş bir şekilde gizlenen ve açığa çıkmak için çok yakınından geçecek olan bir yıldızı bekleyen nicelerinin bulunma ihtimaline kapıyı aralıyor.

“Orta kütleli kara deliklerinin kökenini ve gelişimini araştırmak sonunda bize çok büyük galaksilerin merkezlerinde gördüğümüz süper kütleli kara deliklerin nasıl oluştuğu konusunda cevap verecektir.” diye ekliyor Webb.

Lin, takımının başarısını kanıtladığı metotları kullanarak, ayrıntılı çalışmalarını sürdürmeyi planlıyor. Geride cevaplanmayı bekleyen birçok soru var. Bir süper kütleli kara delik, orta kütleli kara delikten mi oluşuyor? Orta kütleli kara delikler nasıl oluşuyor? Yoğun yıldız kümeleri en çok bulundukları yer mi?

Kaynak:
https://www.nasa.gov/feature/goddard/2020/hubble-finds-best-evidence-for-elusive-mid-sized-black-hole
https://sci.esa.int/web/hubble/-/hubble-finds-best-evidence-for-elusive-mid-size-black-hole-heic2005

Çeviri: İremnaz Yücel

Annie Jump Cannon: Gökyüzünün Sayım Memuru

Hesaplama işlemleri için bilgisayarlar hayatımıza girmeden önce bütün verileri analiz edip gerekli işlemleri yapmak “insan bilgisayarların” göreviydi. Belirli alanlarda yetenekli insanlar bir araya gelerek kendilerine verilen görevleri yerine getiriyorlardı. Bu insan bilgisayarların bulunduğu bir yer de Harvard Üniversitesi Gözlemevi’ydi.

Harvard Üniversitesi Gözlemevi bünyesinde kadın asistan çalıştırmaya 1875’te başladı. Daha sonra 1881 yılına geldiğimizde 4. Harvard Gözlemevi Müdürü Edward Charles Pickering kadın bilgisayarları işe almaya başlamıştı. Pickering, kadınların daha sabırlı, detaycı olduklarını ve gerekli ekipmanları kullanmak için erkeklerden daha küçük ellere sahip olduklarını düşünüyordu; bu yüzden onları işe alıyordu. Ne yazık ki, aynı iş için kadınları çalıştırmanın erkekleri çalıştırmaktan daha ucuz olduğunu da itiraf ediyordu. Fotoğraf levhalarını incelemeyle işe başlayan kadınlar daha sonra yıldızları sınıflandırdı, değişen yıldızları keşfetti, yıldız spektrumlarını çalıştı, galaksileri saydı ve daha nicesi…

Bu yazıyı yazma amacım da sizlere kariyerine Harvard insan bilgisayarı olarak başlayan Annie Jump Cannon’dan bahsetmek.

Annie Jump Cannon, öncelikle günümüzde kullandığımız yıldız sınıflandırma metodunun öncüsü olarak tanınır. Bu metod, yıldızları sıcaklığına göre sırasıyla O, B, A, F, G, K ve M harfleri altında sınıflandırır. En sıcak yıldız O harfi ile sınıflandırılırken, en soğuk yıldız M harfi olarak sınıflandırılır. Bizim yıldızımız Güneş ise G sınıfından bir yıldızdır. Bu sıralamayı kolayca akılda tutabilmek için ise şöyle bir kod yaratmıştır Cannon: Oh! Be A Fine Girl- Kiss Me!

Cannon, 11 Aralık 1863 tarihinde Dover, Delaware‘de doğdu. Ona astronomi alanındaki merakını aşılayan kişi annesiydi. Beraber çatı katında küçük bir gözlemevi oluşturdukları da bilinir. Cannon, Wellesley Üniversitesi’nde fizik ve astronomi eğitimi aldı. 1884 yılında mezun olduktan sonra ailesinin yanına geri döndü. Orada kızıl hastalığına yakalandı ve bu hastalık kalıcı olarak duyma yetisine zarar verdi. 1893 yılında annesinin ölümünden sonra evden tekrar ayrıldı ve Wellesley’e dönerek lisansüstü dersler almaya, Profesör Whitening’e fizik kurslarında yardım etmeye başladı. 1895 yılında Radcliffe İleri Araştırma Enstitüsünde, Harvard Üniversitesine bağlı ve kadınların da eğitim alabildiği bir kurum, astronomi kursuna kayıt oldu.

1896 yılında Radcliff’deki kursu bitince Wellesley’deki pozisyonundan ayrılarak Harvard Gözlemevi’nde çalışmaya başladı. Fotoğraf levhalarındaki spektrumlar yardımıyla yıldızları daha iyi sınıflandırmak için çalışıyorlardı. O sıralar Williamina Fleming bir sınıflandırma sistemi geliştirmişti. Bu sistem yıldızları A harfinden Q harfine kadar spektrumlarında görülen hidrojen çizgilerine göre sınıflandırıyordu. Fleming’in çalışması daha sonra başka bir Harvard bilgisayarı olan Antonia Maury tarafından geliştirildi.

Cannon, bu iki çalışmayı daha basit bir hale dönüştürdü. Cannon’ın sistemi bazı değişikliklerle de olsa bugün hala geçerliliğini koruyor. Günümüzde kullandığımız Morgan-Keenan sınıflandırma sistemi OBAFGKM sırasını hala kullanıyor; fakat yıldızların türünü daha iyi tanımlamak için onları parlaklık sınıfı altında da bölüyor.

1918 ve 1924 yılları arasında Cannon ve bazı iş arkadaşları dokuz ciltlik Henry Draper Kataloğunu yayınlamak için çalıştılar. Henry Draper Kataloğu içinde birçok yıldızı sınıflandırılmış halde bulunduran bir katalogdur. Cannon’ın sınıflandırma yöntemi bu kataloğu oluştururken büyük önem taşımıştır.

Cannon, gözlemevinde çalışırken Pickering tarafından astronomi fotoğrafları koleksiyon yöneticisi olarak terfi ettirildi. Fakat bunu zamanın Harvard rektörü Lowell kabul etmedi ve ayrıca Cannon’ın isminin üniversitenin kataloğunda, diğer atanmış isimlerin yanında, olmasına karşı çıktı. Cannon bu görevine 1911 yılında başlamış olsa da, resmi olarak atanması 1938 yılında gerçekleşti. Sorumlulukları arasında koleksiyonla ilgilenmek ve Pickering’in tahsis ettiği astronomi incelemelerini denetlemek vardı.

Cannon, hayatı boyunca birçok ödül kazandı ve çoğunda ilk oldu. Bunlardan bazıları: Amerikan Astronomi Topluluğunda seçilen ilk kadın yetkili, Oxford Üniversitesinden fahri doktora alan ilk kadın (1925), Ulusal Bilimler Akademisi tarafından verilen Henry Draper Madalyasını alan ilk kadın (1931). 1932 yılında Association to Aid Scientific Research by Women tarafından verilen Ellen Richard ödülünü kazandı. Bu ödülden kazandığı parayı Astronomide Annie Jump Cannon Ödülünü fonlamak için kullandı. Günümüzde bu ödül, Amerikan Astronomi Topluluğu tarafından her sene astronomi ya da ona benzer alanlarda doktora eğitimini beş sene içinde tamamlayan kadınlara veriliyor.

13 Nisan 1941 yılında hayatını kaybeden Cannon, yaşamı boyunca 350.000’den fazla yıldızı sınıflandırdı. Söylentilere göre bir yıldızın spektrumuna bakarak onu üç saniye içinde sınıflandırabiliyordu. Cannon’a göre yıldız spektrumlarını çalışmak sadece bir görev değildi, o daha çok her spektrumun harika bir dünyaya açılan kapı olduğuna inanıyordu

“Bütün zamanların ileri gelen kadın astronomlarından biri.” diyor Harlow Sharpley, Cannon’ın hayatını kaybettiği sıralardaki Harvard Gözlemevi Müdürü. Cannon, sadece yıldızları sınıflandırmakla kalmadı; bunun yanı sıra 300 değişen yıldız, 5 nova ve bir çift yıldız keşfetti.

Bilim dünyasına katkılarından dolayı Annie Jump Cannon’a teşekkür ediyoruz.

Kaynaklar:
https://platestacks.cfa.harvard.edu/women-computers
https://www.space.com/34707-annie-jump-cannon-biography.html
https://www.womenshistory.org/education-resources/biographies/annie-jump-cannon
http://www.projectcontinua.org/annie-jump-cannon/
https://platestacks.cfa.harvard.edu/about-collection
https://www.britannica.com/biography/Annie-Jump-Cannon
https://en.wikipedia.org/wiki/Annie_Jump_Cannon

Çeviri: İremnaz Yücel

Uzayda hasta olmak: astronotlar arasında bir salgın olsa NASA ne yapardı?

Koronavirüs, COVID-19, tüm dünyaya yayılırken böyle bir virüsün uzayda yayılması durumunda neler olabileceğini düşünmek ilginç olabilir.

Tarih boyunca uzayda hasta olan astronot sayısı oldukça azdır. NASA’nın Uzay Mekiği programında altı kez cerrah olarak görev yapmış, günümüzde ise Baylor Tıp Fakültesi Uzay Tıp Merkezi’nde nöroloji ve uzay tıbbı alanında doçent olan Jonathan Clark, Space.com’a verdiği demeçte Dünya’dan çok uzaklarda süzülüren astronotların üst solunum yolu enfeksiyonlarına (ÜSYE) veya soğuk algınlığına, idrar yolu enfeksiyonlarına ve cilt enfeksiyonlarına katlandıklarını belirtti.

1968’deki Apollo 7 görevi sırasında mürettebat uzayda soğuk algınlığına yakalanmış ve Clark’a göre bunun “önemli bir etkisi” olmuş. Büyük ihtimalle Komutan Wally Schirra, mekiğe hafif bir soğuk algınlığı varken gelmiş ve hastalığı mürettebatın geri kalanına bulaştırmış. Clark, astronotların ellerindeki bütün ilaç ve peçeteleri bitirdiklerini ve atmosfere geri giriş yaparken kasklarını giymeyi reddettiklerini söylüyor.

Hep birlikte soğuk algınlığı geçiren Apollo 8 ve Apollo 9’daki astronotlar da benzer zorluklar yaşamış. NASA, bu görevlerin ardından mürettebatın sağlığını ve güvenliğini sağlamak için diğer insanlarla sınırlı ve kontrollü temas gerektiren bir uçuş öncesi karantina uygulamasına geçmiş.

Peki uzay uçuşunun ilk günlerinden ve bu uzay hastalıkları vakalarının ilk günlerinden beri işler nasıl değişti? Astronotların bir gün potansiyel olarak daha zorlu dünya dışı ortamlarda daha ciddi hastalıklarla mücadele etmesi gerekebilir mi?

Hastalıkların uzaydaki farkı

Tıbbi acil durumlar söz konusu olduğunda, astronotlar şimdiye kadar Dünya-uzay iletişiminde artan imkanlar sayesinde tıbbi yardıma uzaktan erişebildiler. Hatta dünyadaki tıp uzmanları bir keresinde uzay istasyonunda kan pıhtısı sorunu yaşayan bir astronota bile yardım etmeyi başardılar.

Bununla birlikte, insanlar uzaya gittiğinde enfeksiyonların yayılma yollarıyla virüslerin ve hastalıkların vücutta davranış şekilleri değişime uğrar. Fırlatmanın fiziksel etkilerinden Dünya’nın yer çekiminin olmadığı kapalı bir ortamda yaşamaya kadar pek çok etkenden dolayı soğuk algınlığı gibi “sıradan” hastalıklar bile astronotlar için oldukça farklı görünebilir.

Uzay uçuşu, insan vücudunda bilim insanlarının hala tam olarak anlamaya çalıştığı bazı garip değişimlere sebep olur. Akla ilk gelen örneklerden birisi olarak fiziksel açıdan çok zorlayıcı bir eylem olan Dünya’dan roketle fırlatılmayı verebiliriz. Fırlatma, hareket hastalığına neden olabilir, uzamsal yönelim ve koordinasyonu etkileyebilir. Uzaya çıktıktan sonra stres hormonu seviyelerindeki değişiklikler ve uzay uçuşunun diğer fiziksel yansımaları bağışıklık sistemimizde değişikliklere neden olur. Dünya’da “iyi bir bağışıklık sistemine” sahip olmaya alışık bir astronot, uzaydayken hastalıklara ve hatta alerjik reaksiyonlara daha duyarlı olabilir.

Clark’ın açıkladığı gibi, grip ve hatta koronavirüs gibi virüsler de Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki gibi bir mikro yer çekimi ortamında daha kolay bulaşabilir. “Yer çekiminin olmaması parçacıkların çökmesini engeller, böylece parçacıklar havada asılı kalırlar ve daha kolay bulaşabilirler. Bunu önlemek için bölmeler havalandırılır ve HEPA filtreleri parçacıkları ortamdan uzaklaştırır.”

Ek olarak, bilim insanları “uyuyan” virüslerin uzay uçuşunun oluşturduğu koşullara tepki verdiğini ve herpes simpleks gibi virüslerin uzay uçuşu sırasında yeniden aktifleştiğini veya “uyandığını” buldular. Ayrıca Clark’ın dediği gibi, devam eden çalışmalar uzayda artan bakteriyel virülansın (mikroorganizmaların hastalığa neden olma yeteneği) antibiyotik tedavilerinin etkisini azaltabileceğini gösteriyor.

Clark, sözlerine “Aynı Dünya’daki viral salgınlarda olduğu gibi, bu durumda da viral yayılmayı önlemek için kullanılabilecek antiviral ilaçlar var. Ayrıca, gezegensel görevler söz konusu olduğunda mürettebat, tıpkı Ay’dan dönen ilk görevlerdeki mürettebata yapıldığı gibi, Dünya’ya döndükten sonra izole edilirdi, ” şeklinde devam etti.

Peki astronotlar ne yapardı?

İster uzay istasyonundaki kapalı alanda ya da gelecekteki Ay veya Mars habitatlarında olsun, salgın hastalıklar önceki nesillerin astronotlarında olduğu gibi gelecekteki astronotlar için de çok gerçek tehditler oluşturacaktır.

Peki, bizler COVID-19 olarak bilinen koronavirüs hastalığının dünyaya yayılmasını en iyi nasıl durduracağımızı bulmak için debelenirken astronotlar uzayda ne yapardı? Belirttiğimiz gibi, bu tür virüslerin uzayda daha kolay yayılabileceğini ve tedavilerin daha farklı şekillerde işleyebileceğini biliyoruz. Uzayda hasta bir astronotu karantinaya almanın ek zorlukları olsa da, Clark bunun muhtemelen uygulanacak prosedürlerden biri olacağını öne sürüyor.

Clark, “Dar alanlarda karantina uygulamak zordur, fakat ÜSYE hastası bir astronot, hastalık belirtisi gösterdiği sürece uyuduğu yerde izole edilirdi. Hastalığın yayılmaması için maske takardı ve uygun tedaviye karar verebilmek için gerekli tahliller yapılırdı,” diye belirtti.

Astronotların uzay istasyonunda karantinaya alınması gerekmesi durumunda, ISS’in ABD bölümünde HEPA filtrelerinin olduğunu, ayrıca bütün yüzeylerin düzenli olarak temizlendiğinin yanı sıra mikrobiyal izleme yapıldığını da sözlerine ekledi.

Bununla birlikte, gelecekteki Ay veya Mars habitatlarında bir salgın söz konusu olması halinde tam olarak ne olabileceğini söylemek şu an için imkansız, çünkü henüz Ay’a geri dönmüş veya Mars’a insanlı bir görev göndermiş değiliz. Ancak, Clark’ın önerilerini ve Apollo döneminin tarihsel örneklerini göz önünde bulunduracak olursak, astronotlar da büyük olasılıkla karantina gibi Dünya’da aldıklarımıza benzer önlemler alırlardı demek mümkün.

(Chelsea Gohd’un yazısından çevrilmiştir.)

Çeviri: Pınar Varol

Gökadaların Morfolojisi

Genel olarak bir objenin dış görünüşü şeklinde tanımlanan morfoloji terimi, gökadaların şekillerine göre sınıflandırılmasında da kullanılmaktadır. Baktıkça içimizi bir hoş eden birbirinden renkli ve çeşitli gökada şekilleri aslında bizlere görsel şölenden çok daha fazlasını sunuyor. Zira bir gökadanın kendine has morfolojisi zaman içinde kendine has yaşam hikayesi sonucu oluşuyor. Örneğin bir gökadanın ilkin nasıl doğduğu, komşularıyla ve çevresiyle nasıl etkileşime girdiği, karanlık madde içeriği, aktif galaktik çekirdek* yapısı ve barındırdığı türlü yıldız oluşumları morfolojisini yapılandıran en belirgin özellikleri oluyor.

Astronomlar inceledikleri gökadanın morfolojik sınıflandırılmasını aşağıda verilen kurallar dahilinde yapıyor:

1- Homojen veri kullanılması; örneğe ait tüm resimlerin aynı dalga boyunda ve derinlikte olması,

  2- Sınıflandırma için incelenecek kriterin belirlenmesi; örneğe göre sarmallık miktarı, gökada merkezindeki yoğunluk vb.,

3- Kriterin fiziksel olarak önemli özellikleri temsil edebilmesi

4- Kriterin sınıflandırma sonucunun özgün ve belirsizlikten uzak olması amacına hizmet etmesi.

Hubble Düzeni

Çeşitli morfolojik sınıflandırma ekolleri olmakla birlikte en çok kullanılan ve en meşhur olanı Edwin Hubble’ın 1926’da ortaya attığı (Gérard de Vaucouleurs ile Allan Sandage ilerki yıllarda geliştirmiştir) Hubble Düzeni olarak bilinmektedir. Biçimi dolayısyla çatal (tuning fork) olarak da anılır. Bu sınıflandırmada gökadalar dış görünüşlerine göre Eliptik, Sarmal, Merceksi ve Düzensiz olmak üzere 4 ana gruba ayrılır.

Hubble Morfolojik Gökada Sınıflandırma Düzeni

Eliptik Gökadalar genellikle yaşlı yıldızlardan oluşan, düzenli bir ışık dağılımı gösteren ve farklı dalga boylarında bile hemen hemen aynı görüntüyü veren oval biçimli gökadalardır. Bu sınıflandırma düzeninde en solda E0-E7 arası değerlerle gösterilirler. E harfi şekli, yanına ekli sayı ise eliptiklik derecesini belirtir. 0 dairesel iken 7 oldukça basıktır.

Sarmal Gökadalar düz bir diskle birlikte bolca yıldız oluşumunun gözlendiği sarmal kollara ve galaktik şişkinliğe** sahip olmalarıyla bilinirler. Sınıflandırmada alt ve üst takıma ayrılırlar. Üst takım sarmal gökadaları gösterir. Çubuklu sarmal gökadalar ise alt takımda yer almaktadır. Sarmal gökadaların neredeyse yarısı galaktik şişkinliği kesen çubuksu yapılara sahiptir.  harfi sarmal anlamına gelir, sonraki harf ise sarmalların dağılımlarındaki değişimi simgeler. harfi ise merkezden çubuk geçtiğini gösterir. Samanyolu Gökadası’nın SABbc türünde olduğu düşünülmektedir.

Merceksi Gökadalar Hubble çatalının tam ortasında, eliptik gökadaların bitip, sarmal gökadaların 2 dala ayrıldığı geçiş noktasında bulunmaktadır. Sınıflandırmada S0 ile gösterilirler. 0 sarmal kolların yer almadığını belirtmektedir. Merceksi gökada merkezinde galaktik şişkinliğe ve boydan boya disk benzeri bir yapıya sahiptir. Barındırdıkları disksi yapı sarmal şeklinde değildir ve çoğunlukla yeni yıldız oluşumu gözlenmemektedir. Şekil olarak eliptik biçimli gökadaları andırmaktadırlar.

Düzensiz Gökadalar belirli bir şekle sahip olmayan ve yukarıda verilen 3 sınıflandırmaya da uymayan gökadalardır. Gökadaların birleşme gibi etkileşimlere girerek bu tip  şekiller aldıkları düşünülmektedir. Irr ile gösterilirler.

Düzensiz NGC 1313 Gökadası

Hubble sınıflandırmasına yapılan en önemli eleştirilerden biri: sınıflandırmanın sübjektif kabul edilmesi ve her gözlemcinin değerlendirmesine göre sonucun değişebilmesidir.

Bir diğer eleştiri ise sınıflandırmanın 2 boyutlu görüntülemeler üzerinden yapılması ve görüntünün alındığı açının sonuçlarda değişiklik oluşturabilmesi olmuştur. Ayrıca görsel sınıflandırmalar parlaklığı az ya da uzak gökadalar için güvenirliği azaltmakta ve farklı dalga boylarında farklı sonuçlar vermektedir. Tüm bu eleştirilere rağmen Hubble Düzeni gökadaların morfolojisinde hala en çok kullanılan ekol olma özelliğini korumakta, sınıflandırma sonuçları çoğunlukla gökadaların diğer fiziksel özellikleri ile tutarlılık göstermektedir.

De Vaucouleurs Sistemi

Kısaca Hubble Düzeni’nin 3 boyutlu versiyonu olarak tanımlanabilmektedir. Hubble Düzeni’ni geliştirerek sarmal gökadalar için yeni morfolojik karakterler tanımlamıştır. Bunlar:

Çubuk; SA (çubuksuz gökadalar), SB (çubuklu gökadalar), SAB (zayıf çubuklu gökadalar)

Halkalar; r (halkalı) ve (halkasız) (Gökada içi ve dışı halkalar ile nükleer halkalar) 

Lensler; l (iç) ve (dış) lensler

Spiral Kollar; Hubble Düzeni’ndeki sarmal kolların sıkılığı ölçütü yanında kollardaki yıldız ve nebula yoğunluğu ile galaktik şişkinliği de göz önünde bulundurur.

Bunların dışında tarih boyu bir çok yeni morfolojik karakter tanımlanmıştır. Örneğin 1998’de van Den Bergh yıldız parlaklığına benzer bir sistem olan gökada parlaklığını morfolojik bir karakter olarak sunmuştur. Yıldızlar arası toz bulutu kümeleri, galaktik şişkinlik yapısı, yıldız oluşum tipleri ve gökada yıldız tayfları gökada morfolojisinde kabul edilen diğer karakterler olmuştur.

Günümüzde geleneksel optik gözlemler ile birlikte yapılan kızılötesi ve kırmızıya kayma gözlemleri ile, bilgisayar teknolojileri yeni bir çok morfolojik karaktere ve sınıflandırmaya gebeyken, Galaxy Zoo gibi halkın katılımına açık yüz binlerce veri içeren projelerin ise gökadaların sınıflandırılmasını ve morfolojilerinin anlaşılmasını kolaylaştırıp hızlandıracağı ümit edilmektedir.

Kaynaklar

http://astronomy.swin.edu.au/cosmos/G/Galaxy+Morphology

https://ned.ipac.caltech.edu/level5/Sept11/Buta/frames.html

https://www.astro.umd.edu/~richard/ASTRO620/galdyn2.pdf

https://en.wikipedia.org/wiki/Galaxy_morphological_classification

https://en.wikipedia.org/wiki/Hubble_sequence

https://www.wikiwand.com/tr/Biçimsel_galaksi_sınıflaması

https://mimirbook.com/tr/5f74102a324

https://www.zooniverse.org/projects/zookeeper/galaxy-zoo

evrenbilim.com/galaksi-turleri/

*Aktif Galaktik Çekirdek: Aşırı parlaklığın üretilmediğini gösteren karakteristiklere sahip, elektromanyetik spektrumun en azından bazı kısımlarında normal parlaklıktan çok daha yüksek olan bir gökadaların merkezinde bulunan kompakt bölgedir.

** Galaktik Şişkinlik: Daha büyük bir oluşum içindeki sıkışık yıldızların oluşturduğu bölgeye verilen isimdir. Bu terim çoğunlukla sarmal gökadaların merkezinde bulunan yıldız gruplarını belirtir.

Yazan: Damla Kütükalan

Dünya’nın “Ziyaretçi” Minik Uydusu

15 Şubat tarihinde Catalina Sky Survey(CSS) astronomları Kacper Wierzchos ve Teddy Pruyne Dünya’ya ait yeni bir uydu keşfettiler. 2020 CD3 olarak bilinen ve Dünya’dan 300,000 kilometre uzakta olan bu yeni uydunun parlaklığı ise 20. kadirden bir yıldız kadar. Elde edilen parlaklık ve uzaklık bilgilerinden yararlanan astronomlar uydunun çapını 2-3.5 metre olarak hesapladılar, yani tıpkı bir fil kadar!

Lemmon Dağı’nın zirvesinde bulunan Catalina Survey Teleskobu’yla yapılan gözlemler ve Amerika ile Avrupa’da bulunan gözlem evlerinde yapılan ölçümlerden sonra asteroitin Güneş’in etrafında dönmediği anlaşıldı. Aksine, asteroit Dünya’nın etrafında dönüyor, fakat bu sadece geçici bir süreliğine. Asteroitin yörüngesi üzerindeki geriye dönük çalışmalar sonucunda astronomlar, 2016 veya 2017’de Dünya’nın kütle çekiminin uyduyu etkisi altına aldığı sonucuna ulaştılar. Bu etki sonrası artık geçici bir minik uydumuz olmuştu.
  

Bu uzay taşının, gezegenimizin kütle çekimine yakalanışında önemli olan iki faktör: Dünya’dan görece yavaş hareket etmesi ve Güneş’ten sadece biraz uzak bir yörüngede dolanması. Uzun bir süre boyunca tespit edilememesinin sebebi ise çok küçük ve sönük oluşuna ek olarak Dünya etrafında değişen eksantriklikte ve değişen eğimlerde dönmesiydi.

Ard arda çekilen bu 4 karede, 2020 CD3’ün izlediği rotayı ve Dünya’nın kütleçekim etkisiyle nasıl kıvrıldığını görebilirsiniz.


Görünen o ki, bir süreliğine Dünya da Mars gibi iki uyduya sahip olacak; fakat yeni uydumuza yaptığımız ev sahipliği kısa sürecek. Gezegenimiz bu ziyaretçi uyduyu Nisan civarlarında serbest bırakacak. Uydumuz normal yörüngesine dönerken Dünya da eski tek uydulu hayatına dönecek.
  
Keşfin ilk zamanlarında asteroitin bir roket ek motoru olduğuna dair şüpheler yörünge bilgisinin ve spektrumunun ayrıntılı analizi sonucunda açıklığa kavuştu. Bu analizler sonucunda minik uydumuzun Güneş radyasyonu kaynaklı basınçtan az miktarda etkilendiği bulunmuştur. Böyle bir sonuca ulaşabilmemiz için incelediğimiz objenin büyük bir uzay çöpü değil de yoğun ve kayaç bir parça olması gerekiyordu.
  
Dünya’ya yaklaşan her asteroit için küçük de olsa bir çarpışma ihtimali vardır. Neyse ki şu sıralar böyle bir şeyin yaşanmayacağını söyleyebiliriz. Minik uydumuzun önümüzdeki iki ay içinde Güneş-Ay ikili sisteminden çıkarak tekrar Güneş etrafında bir yörüngeye girmesi sürecinde böyle bir çarpışma tehlikesi bulunmuyor.
  
Jet Propulsion Laboratuvarının Sentry projesindeki bir analiz, önümüzdeki yüzyıl için çarpışma olasılığını %3 olarak açıklamıştır. Muhtemelen, tıpkı Dünya’ya yaklaşan diğer asteroitlerde olduğu gibi, asteroitin yörüngesi üzerinde yapılacak olan yeni gözlemler çarpışma tehditinin daha az olduğunu gösterecektir.
  
Gelecekte 2020 CD3 ile gezegenimiz arasında ne olacağı sadece tahminlerden ibaret. İhtimaller arasında asteroitin Dünya’nın kütle çekimine yeniden yakalanması ve serbest kalması var. Ya da belki de bir çarpışma! Merak etmeyin, eğer Dünya’ya çarparsa bundan zarar görmeyeceğiz. Ziyaretçi uydumuz boyutundaki asteroitler genellikle atmosfere giriş yaptıkları zaman küçük parçalara ayrılırlar. Elimizdeki en kötü senaryo, asteroitin küçük bir meteorit olarak yeryüzüne inmesi.
  
Aslına bakılırsa, 2020 CD3 Dünya’nın ilk minik uydusu değil. 2006 yılında Catalina Sky Survey astronomu Eric Christensen 2006 RH120 uydusunu keşfetmişti. O da tıpkı 2020 CD3 gibi gezegenimizin kütle çekimine yakalanmıştı. Neredeyse bir yıllık bu yakalanıştan sonra yollarımız ayrıldı.

2006 RH120 ve 2020 CD3 gezegenimizin ilk yıllarından itibaren kütle çekimi tarafından yakalanan ve bırakılan minik uyduların sadece küçük bir kısmını temsil ediyor. Bazı astronomlar 9 Şubat 1913 yılında gerçekleşen büyük göktaşı yağmurunun, Saskatchewan’dan Bermuda’ya kadar görülebilen bir göktaşı geçişi, eski bir minik uydunun parçalanışı sonucu gerçekleştiğinden şüpheleniyor.
  
Umuyoruz ki bu iki minik uydu hakkında gelecekte yapılacak olan çalışmalar bizlere daha çok şey gösterecek. Belki de bir sonraki uydu ile yolumuz kesiştiği zaman sadece bu uyduya adanmış bir uzay göreviyle onu tespit edebilecek ve üzerinde ölçümler yapıp örnekler toplayabileceğiz. Sonuçta ona ulaşmak için fazla yol gitmemize gerek olmayacak.
  
Eğlenceli bir kısım olarak amatör astronom David Branchflower insanların uydumuz için en sevdikleri ismi oylamaları amacıyla bir anket düzenledi. 464 kişinin katıldığı bu ankette en çok sevilen isim ‘’Mini-Moo’’ olurken onu ikinci sırada “Moon 2” takip etti.
  
2020 CD3, bu ay itibariyle Çoban takımyıldızının önünden geçerken hızlıca sönükleşiyor (23 kadir). 11-12 Mart tarihlerinde şişkin ay (ya da Moon 1 mi demeliydik) uzaktan da olsa küçük kardeşi ile aynı yerde, Başak takımyıldızının 40 derece güneyinde, olacak. Gezegenimizin bu ziyaretçi uydusu gözlerimizi kamaştıracak kadar veya romantik şiirlere ilham verecek kadar parlak olmayabilir, ama en azından bir an için yukarı bakıp orada iki tane uydunun olduğunu hayal edebiliriz. Tabii bunun için fazla zamanımız yok, çabuk olmalıyız!

Kaynak: https://skyandtelescope.org/astronomy-news/observing-news/earths-mini-moon/

Çeviri: İremnaz Yücel

Ay nasıl oluştu? Yeni araştırma geçmişe ışık tutuyor

Dünya’nın uydusu Ay’ı nasıl elde ettiği uzun zamandır tartışılan bir soru. Ay’ın vaktiyle Dünya ile Theia adı verilen kayalık bir cismin çarpışmalarından ortaya çıktığını savunan dev çarpışma teorisi ise olası açıklamalar arasında en öne çıkan aday. Ancak bunun nasıl gerçekleştiğine dair ayrıntılar belirsiz ve bilim insanlarının hala açıklayamadıkları birçok gözlem var.

Çarpışmaya dair en büyük gizemlerden birisi Ay’ın neden Theia’dan ziyade Dünya’nın neredeyse tıpatıp aynısı olduğuydu. Şimdi ise Nature Geoscience’da yayınlanan yeni bir çalışma geçmişe ışık tutuyor.

Dev çarpışma teorisine göre, Theia kabaca Mars büyüklüğünde veya biraz daha ufak, Dünya’nın çapının yarısı kadar bir cisimdi ve 4,5 milyar yıl önce henüz gelişmekte olan Dünya’ya çarptı. Bu çarpışma sonucunda magma okyanuslarını oluşturmak için yeterli miktarda ısı ortaya çıktı ve Dünya’nın yörüngesine ileride Ay’a dönüşecek olan çok fazla toz ve döküntü püskürdü.

Teori, Dünya ve Ay’ın birbirleri etrafında dönme şeklini ve hızını açıklıyor. Dünya ve Ay gelgitsel şekilde birbirlerine kilitliler, yani Dünya’nın etrafında dönerken Ay’ın hep aynı yüzü ona dönük oluyor. Zaten bu nedenle Çinlilerin Chang’e 4 adlı uzay araçlarını 2019’da Ay’ın karanlık yüzüne indirmeleri çok büyük bir başarıydı. Ay’ın bu yüzüyle Dünya’dan direkt iletişim kurmak asla mümkün değildir.

Ay ve Dünya’nın kompozisyonları neredeyse aynıdır. En önemli farklılıklar Ay’da demirin ve su üretmek için gerekli olan hidrojen gibi daha hafif elementlerin daha az miktarda var olması. Dev çarpışma teorisi bunun nedenini açıklıyor. Ağır demir elementi Dünya üzerinde kalırdı, çarpışma ve uzaya fırlatma sırasında üretilen ısı ise hafif elementleri kaynatırken, Dünya ve Theia’nın geri kalanı birbirine karışırdı.

Ay’ın oluşumuna yol açan olaylar, bilgisayar modelleriyle yeniden canlandırıldı. Tüm gözlemlere en iyi şekilde uyan modeller, Ay’ın yaklaşık %80 oranında Theia kökenli malzemeden oluşması gerektiğini gösteriyor. Öyleyse Ay neden bu kadar çok Dünya’ya benziyor?

Bu durum Theia ve Dünya’nın başlangıçta aynı bileşime sahip olmasıyla açıklanabilir. Fakat bu çok olası görünmüyor, çünkü Güneş sistemimizdeki bildiğimiz bütün gezegenlerin kendilerine has bileşimleri var ve cismin Güneş’ten ne kadar uzakta oluştuğuna bağlı olarak küçük farklılıklar gösteriyorlar.

Başka bir açıklama, iki cismin birbirine karışmasının beklenenden çok daha yoğun olması ve böylece Ay’da Theia’nın imzasının daha silik olarak kalması. Ancak bu durum da gerçekte olandan çok daha şiddetli bir çarpışma gerektireceği için olası değil.

Yeni çalışma, bu ikilemi Dünya’nın ve Ay’ın daha önce düşünüldüğü kadar birbirine benzemediğini göstererek çözüyor. Araştırmacılar, Apollo astronotlarının Ay’dan getirdikleri taşlardaki oksijen elementinin izotoplarının dağılımını çok yüksek bir hassasiyetle incelediler. Kimyada, herhangi bir elementin atom çekirdeği, protonlar ve nötronlar olarak bilinen parçacıklardan oluşur. Bir elementin izotoplarının çekirdeğinde aynı sayıda proton vardır, ancak nötron sayısı farklıdır. Bu durumda, sekiz protonu ve on nötronu olan oksijen izotopu O-18, sekiz protonu ve sekiz nötronu ile çok daha yaygın O-16’dan biraz daha ağırdır.

Çalışma, Dünya ve Ay’ın oksijen izotop bileşimlerinin aslında hiç de aynı olmadığını, yani arada küçük bir fark olduğunu gösteriyor. Dahası, Ay yüzeyinden veya kabuğun altındaki bir katman olan mantodan alınan kaya örneklerine baktığımızda fark iyice artıyor. Buradaki oksijen izotopları Dünya’dakilerden daha hafif. Bu çok önemli, çünkü karışık döküntüler nihayetinde kabuğa çökmüş olmalı, derin iç kısımlarda ise daha fazla Theia parçası yer almalı.

Yani Theia ve Dünya aynı değildi, Ay ve Dünya da aynı değil. Ancak bu sonuçlar bize Theia’nın kendisi hakkında da biraz bilgi veriyor. Yer çekimi nedeniyle, Güneş’e daha yakın olan ağır izotoplardan biraz daha fazla olması beklenebilir. Dünya ile karşılaştırıldığında, Theia’nın hafif oksijen izotoplarına sahip olmasını bekliyoruz. Bu da Dünya’ya nazaran Güneş’ten daha uzak bir noktada oluştuğu anlamına geliyor.

Bu çalışmadan elde edilen sonuçlarla dev çarpışma teorisi, Ay’ımızın oluşumunu açıklamada başka bir engeli daha aştı, üstelik Theia’nın kendisi hakkında bir şeyler daha öğrenmiş olduk.

(Christian Schroeder’in The Conversation’daki yazısından çevrilmiştir.)

Mars: Pas Tutmuş Bir Savaş Tanrısı

Mars, Güneş’e yakınlık sıralamasında Dünya’dan hemen sonra gelir. Kızıl renginden dolayı  çoğu uygarlığın dikkatini çekmiş ve çoğu uygarlık da ona kendi savaş tanrılarının ismini vermiştir. “Mars” ismini ise Roma mitolojisindeki savaş tanrısı Mars’tan (Antik Yunan’daki adıyla Ares) almıştır. Günümüzdeyse daha çok “Kızıl Gezegen” adıyla bilinir. Aynı zamanda ziyaret etme olasılığımızın en fazla olduğu gezegen gibi görünüyor.

Yörüngesi ve Hareketleri

Mars, kendi etrafındaki dönüşünü yaklaşık olarak 24 saat 37.5 dakikada tamamlar. Ancak bu sırada gezegenin ekseni şiddetli salınımlar yapar çünkü Dünya’nın olduğu gibi büyük bir uydu tarafından dengelenmez. Mars’ın ekvatoru ile ekliptik düzlemi arasında yaklaşık 25.19 derecelik bir açı vardır. Bu da demek oluyor ki Mars da Dünya’daki gibi mevsimlere sahiptir. Mars Güneş etrafındaki yörüngesini 1.88 yılda tamamladığı için mevsimleri Dünya’nın mevsimlerinden yaklaşık olarak iki kat daha uzun sürmektedir. Bununla birlikte bu mevsimler Dünya’nınkinden daha ekstrem koşullarda geçer çünkü Kızıl Gezegen’in Güneş etrafındaki eliptik yörüngesi diğer büyük gezegenlerinkinden daha uzundur. Bu yüzden Mars, Güneş’e en yakın olduğu zamanda güney yarım küresi Güneş’e doğru eğilir ve burada kısa, çok sıcak bir yaz yaşanırken; kuzey yarım kürede kısa, soğuk bir kış yaşanır. Mars, Güneş’ten en uzak olduğu zaman da kuzey yarım küre güneşe doğru eğilir ve burada uzun, ılık bir yaz  yaşanırken; güney yarım küre uzun, soğuk bir kış yaşar.

Yapısı ve Yüzey Şekilleri

Yüzeyindeki paslı, kızıl, demir zengini tozlarla lekeli bir görüntüye sahip olan Mars aslında devasa bir çöldür. Aynı zamanda Mars’ın yüzeyi çok sayıda çarpmadan kaynaklı kraterlerle kaplıdır. Ve bu kraterlerin günümüze kadar şekillerini korumuş olması, yüzeyinin en azından bir bölümünün son derece yaşlı olduğunu gösteriyor. Mars, birbirinden farklı çok sayıda jeolojik yüzey şekline sahiptir. Fakat en dikkat çekici özelliği ise kuzey ve güney yarım küreler arasındaki yükseklik farkıdır. Kuzey yarım küreye ait ortalama yükseklik, güney yarım küredekinden yaklaşık 5 km daha alçaktır. Üstelik kuzey yarımküredeki bu sığ alanlar üzerindeki çarpma krateri sayısı son derece düşüktür. Bu durum, kuzey yarımküre alanlarının daha yakın zamanda şekillendiğine ve dolayısıyla yüzey yaşının güney yarım küreye oranla daha genç olduğunu düşündürmüştür. Kuzey ve güney yarım kürelerde izlenen bu belirgin yükseklik farkını oluşturan nedenler için bazı teoriler öne sürülmüştür.

Mars’ın volkanik bir geçmişi vardır. Bu sahip olduğu devasa boyutlu sönmüş volkanlardan anlaşılabilir. Fakat Mars volkanlarının hiçbiri bugün etkin değildir. Bunlardan en büyüğü Olimpos Dağı’dır. Taban çapı 600 km, eteklerindeki uçurum yüksekliği 6 km, zirvesindeki volkanik krater çapı 70 km ve yüksekliği 24 km olmakla birlikte Olimpos Dağı aynı zamanda Güneş sistemindeki en büyük volkandır.

Mars’ta ekvatora paralel uzanan derin bir çatlağın varlığı görüntülenmiştir. Görüntülenen bu yapı “Marineris Vadileri” olarak adlandırılmıştır. Bu geniş çatlak, magma yükselmesinin kabuk üzerinde oluşturduğu şiddetli gerilme ile meydana gelmiştir. Vadi uzunluğu 4,000 km olup en derin yeri 8 km civarındadır. Bazı yerlerinde genişliği 600 km’yi bulabilmektedir. Mars’ta izlenen bu yüzey şekilleri, mantodaki konveksiyon hareketlerinin kabuğa doğrudan etki etmesiyle oluşmuştur. Mars’ta levha tektoniği hareketleri izlenmemektedir. Bu durum Mars’ın Dünya’ya oranla daha erken soğuyup katılaşmasından kaynaklanır. Dolayısıyla Mars’ın kabuk katmanı, yer kabuğundan daha kalındır ve tek levha gibi davranmaktadır.

Mars’ın çekirdeğininse, Dünya’nın çekirdeğinin yarısı boyutlarında ve kükürt bileşikleriyle zenginleşmiş demirden oluştuğu düşünülmektedir. Fakat çekirdekteki sıcaklığın kükürt bileşiklerini eritebilecek düzeyde olduğu düşünülmektedir. Bu yüzden akışkan hale gelmiş kükürtlü bileşiklerin elektriksel özellikleri, demirinkinden çok farklıdır ve içinde ivmeli hareketler oluşsa bile, manyetik alanlar doğuracak elektrik akımları üretemez. Dolayısıyla günümüzde Mars’ta genel bir manyetik alan izlenememiştir.

Atmosferi

Mars, çoğunlukla karbondioksit, azot ve argon gazlarından oluşan ince bir atmosfere sahiptir. Mavi ve beyaz arası renklerde görülen az sayıdaki bulutlar ise ufak su ve karbondioksit buz kristallerinden oluşmaktadır. Mars’ın atmosferi de Dünya’nın atmosferinden yaklaşık 100 kat daha yoğundur, ancak yine de hava durumu, bulutlar ve rüzgarları destekleyecek kadar kalındır. Atmosferin yoğunluğu mevsime göre değişir ve kışın hava karbondioksiti donduracak kadar soğuktur.

Mars’taki toz fırtınaları, tüm Kızıl Gezegeni örten ve aylarca süren Güneş sistemindeki en büyük fırtınalardır. Bir teoriye göre toz fırtınalarının Mars’ta bu kadar büyüyebilmesinin sebebi havadaki toz parçacıklarının Güneş ışığını emmesi ve Mars atmosferini ısıtmasıdır. Sıcak hava daha sonra soğuk bölgelere doğru akar ve oluşan rüzgarlar yerden daha fazla toz kaldırdıkça atmosfer daha çok ısınır. Bu da daha fazla rüzgarların daha fazla toz toplamasına yol açar.

Uyduları

Mars’ın, kendisine çok yakın yörüngelerde etrafında dolanan ve belirli bir şekle sahip olmayan iki uydusu bulunmaktadır. Her iki uydunun da yörüngesi, Mars’ın ekvator düzlemine çok yakındır. Her iki uydu da Amerikalı astronom Hall tarafından görülebilmiştir. Hall, uydular mitolojideki savaş tanrısı Mars’ın oğullarının ismini vermiştir. Küçük olanına Deimos (Korku) , büyük olanına ise Phobos (Dehşet) demiştir. Yörüngesi daha küçük ve Mars’a daha yakın olan Phobos, gezegen etrafındaki yörüngesini 7 saat 39 dakikada tamamlamaktadır ve Mars’ın merkezine olan ortalama uzaklığı 9,378 km’dir. Deimos ise, gezegen etrafındaki yörüngesini 30.3 saatte tamamlar ve gezegene ortalama uzaklığı ise 23,460 km’dir. Bu uyduların en dikkat çekici özellikleri, küresel şekilden sapmış ve yüzeylerinin ileri düzeyde çarpma kraterleri ile kaplı olmasıdır. Aynı zamanda her iki uydunun da gezegen ile eş dönmeye sahip oldukları, yani hep aynı yüzlerini Mars’a gösterdikleri anlaşılmıştır.

Gözlenmesi ve araştırılması

Mars her zaman bilinen bir gezegen olmasına rağmen, gezegeni teleskopla izleyen ilk kişi Galileo Galilei oldu. Mars yüzeyinin ilk detaylı gözlemleriyse 1659 yılında Danimarkalı bilim adamı Huygens tarafından yapılmıştır. 1666 da İtalyan astronom Cassini, Huygens’in gözlemlerini daha detaylı bir şekilde gerçekleştirmiş ve Mars’taki buzul kutup başlıklarını ilk kez gözlemleyen kişi olmuştur. Huygens ve Cassini’den yaklaşık 100 yıl sonra, Alman kökenli İngiliz astronom Herschel, Mars’ın dönme ekseninin yörüngesine dik olmadığını fark etmiştir. 1877 yılında ise İtalyan astronom Schiaparelli, Mars yüzeyinde birbirini kesen kırka yakın kanal benzeri düz hatlar gözlediğini söylemiştir. Bu gözlem, bilim insanlarına Mars’ta zeki canlıların bulunduğunu ve yüzeyde ileri düzeyde mühendislik yapıları inşa ettiklerini düşündürmüştür. Ancak 20. yüzyıl başlarında gelişen teknolojiyle beraber Mars yüzeyinde izlenen kanal benzeri yapıların, aslında birbiri ile bağlantısı bulunmayan karanlık lekeler olduğu ve bir göz yanılgısı sonucu kanala benzer hatlar şeklinde görüldüğü anlaşılmıştır. Bitki örtüsü gibi görülen alanların ise sadece daha koyu renkteki yüzey şekilleri olduğu tespit edilmiştir.

Mars’ın yüzeyinin yakın plan görüntüleri, ilk kez 1964 ve 1969 yılları arasında Mars’a yakın geçiş yapan  Mariner 4, 6 ve 7 uzay araçları tarafından çekilmiştir. Daha sonraki yıllarda yörüngeye oturtulan Mariner 9, gezegenin yaklaşık yüzde 80’ini haritalamış ve yüzeyde görüntülediği devasa boyutlu sönmüş volkanlardan Mars’ın volkanik bir geçmişe sahip olduğu anlaşılmıştır.

NASA’nın 1975 yılında gönderdiği ikiz Viking uzay araçları, Kızıl Gezegen’e başarılı bir şekilde iniş yaparak 1976’da gezegenin yüzeyine dokundular. Viking 1, Mars yüzeyinin ilk yakın çekim fotoğraflarını çekti ancak yaşam için güçlü bir kanıt bulamadı. Mars yüzeyine üçüncü başarılı iniş, 1997’de yüzeye ulaşan Mars Pathfinder aracı ile yapılmıştır. Bu aracın Viking araçlarından en önemli farkı, Sojourner adı verilen gezici bir araca sahip olmasıydı. Dünya’dan gelen komutlarla yönlendirilebilen bu araç, Mars Pathfinder’ın 3 ay boyunca iniş bölgesine yakın değişik alanlarda çeşitli oluşumların analizlerini yapmıştır.

2001 yılında gönderilen Mars Odyssey, Mars yüzeyinin altında büyük miktarda buz hâlinde bulunan su keşfetti, fakat araç daha derini göremediği için yüzeyin altında daha fazla su olup olmadığı belirsizliğini koruyor. 2003 yılındaysa Mars yüzeyinin farklı bölgelerini araştırmak gönderilen Spirit ve Opportunity, suyun bir zamanlar gezegenin yüzeyinde aktığını gösterdi. Daha sonra 2008’de NASA, Mars’ın kuzey ovalarına inip su aramak için başka bir proje olarak Phoenix’i gönderdi.

2011 yılında NASA’nın Mars Bilimi Laboratuvarı görevi kapsamında gönderilen Curiosity, Mars kayalarını inceleyip onları oluşturan jeolojik süreçleri araştırdı. Yapılan bu incelemelerin sonunda Curiosity, yüzeyde karmaşık organik moleküller keşfetti ve atmosferdeki metan konsantrasyonlarındaki mevsimsel dalgalanmaları ortaya çıkardı. Yaşanan bu gelişmelerin üzerine NASA, gezegen etrafına iki yörünge aracı (Mars Reconnaissance Yörünge Aracı ve MAVEN) daha gönderdi. Bu arada Eylül 2014’te Hindistan’ın Mars Yörünge Aracı Mars’ın yörüngesine başarıyla girdi ve Hindistan bunu sağlayan dördüncü ülke oldu. Kasım 2018’deyse NASA, yüzeye InSight adlı bir iniş aracı gönderdi. InSight, bir sonda yardımıyla gezegenin jeolojik aktivitesini gözlemleyecek.

NASA, en son olarak Mars 2020 Keşif Aracı adı verilen Curiosity’nin devamı niteliğinde bir rover misyonu başlatmayı planlıyor. Bu görev kapsamında bu araç, antik yaşam belirtilerini inceleyecek. En son ESA ise, 2020’de fırlatılması planlanan ExoMars Keşif Aracı üzerinde çalışıyor.

Kaynakça:

https://acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/23894/mod_resource/content/1/A207dersnotu_06.pdf

https://solarsystem.nasa.gov/planets/mars/in-depth

https://www.space.com/47-mars-the-red-planet-fourth-planet-from-the-sun.html

https://www.space.com/13558-historic-mars-missions.html

https://www.nationalgeographic.com/science/space/solar-system/mars

Gezegenler: Etkileyici Görsellerle Güneş Sistemimiz-Maggie Aderin-Pocock

Yazan: Ahmet Arda Pektaş

Güneş’in Önünden Bir Merkür Geçti!

11 Kasım tarihinde transit adını verdiğimiz Merkür Geçişi gerçekleşti. Gözleme fırsatı buldu iseniz Güneş’in yüzeyinde sanki küçük bir noktanın ilerleyişi karşısında sizler de hayran olmuşsunuzdur. En azından öyle tahmin ediyorum.  Aslında kısa süre önce, 2016 yılında da gerçekleşen bu olaya bir daha 2032 yılında denk geleceğiz. E tabi ki Merkür ve Dünya’nın yörüngeleri örtüşmediği ve Merkür’ün iç gezegen olmasından kaynaklı Güneş’in önünden tın tın tın ilerleyişini görebilirsiniz.

NASA’nın Günün Gökbilim Görüntüsü (APOD) sitesinden (linke tıklayarak ulaşabilirsiniz) aldığım aşağıdaki fotoğraf, 10 Kasım 2019 tarihinde paylaşılmış ve Belçika’da çekilmiş. 7 Mayıs 2003 tarihindeki Merkür geçişine ait olan fotoğraf, 15 dakika arayla 23 pozlamadan oluşmaktadır. Zaten bu geçiş 5 saat sürmüştü. Fotoğrafta sağ tarafta görünen siyahlıklar ise Güneş lekeleri.

Gelelim 11 Kasım’da gerçekleşen geçişe. NASA’nın APOD sitesinde 13 Kasım tarihinde yayınlanan aşağıdaki büyüleyici görseli inceleyelim. Ortasında gördüğünüz küçük, siyah noktamız aslında Merkür. Yüksek çözünürlüklü teleskopik fotoğraf, 61 renklendirilmiş net video karesinden oluşmuştur. Üzerinde düzensiz bir şekilde bulunan, fotosferik konveksiyon* ile enerji ileten hücremsi yapıları görebilirsiniz. E tabi bu karmaşada Merkür’ün silüeti göz önüne çıkıyor. Bu manzarayı sadece Merkür ile değil diğer bir iç gezegen olan Venüs ile de gözleyebiliriz. Güneş’in 200 kat küçük yarıçapına sahip bu silüeti ise 21.yüzyılda 14 kez gözlemleme fırsatı bulurken, bunlardan dördüncüsünü Pazartesi günü gözledik. Bir sonraki için 13 Kasım 2032’de görüşmek dileğiyle. Gökyüzünüz açık olsun !

Fotosferik Konveksiyon: Fotosfer, yıldızların ışık saçan tabakalarına verilen isimdir. Konveksiyon ise bir ısı(enerji) iletim yoludur. Yıldızlarda konveksiyon ve radyasyon bölgesi gibi enerji iletim bölgeleri bulunur, fotosferik konveksiyon denilen olayda ise enerji konveksiyonel olarak aktarılır ve yıldızların ışık saçmasına sebep olan fotonlar üretilir.

Yazan: Aylin Açıkgöz