gokyuzu.org

Nobel Ödüllü Fizikçiye Göre İnsanlar Asla Bir Ötegezegende Yaşayamayacak

“Gerçek şu ki: Dünya’da işleri berbat ediyoruz ve burada işimiz bittiğinde başka bir gök cisminde yaşayabileceğimiz fikrini hevesle sahipleniyoruz.” Bu ifade, bu seneki Nobel fizik ödülünün sahiplerinden biri olan ve Güneş türünde bir yıldızın yörüngesinde dönen ötegezegen keşifleri nedeniyle bu ödüle layık görülen astrofizikçi Michel Mayor’un fikri.

“Ötegezegenlerden(Güneş sistemi dışındaki gezegenler) bahsediyorsak daha net konuşmalıyız: Oralara göç etmeyeceğiz.” diyor Mayor, Agence France-Presse’ye verdiği röportajda. “Eğer bir gün Dünya’da yaşam mümkün olmazsa başka gezegenlere gideriz.” argümanlarını bitirmesi gerektiğini düşündüğünü söylüyor. 

Bilinen bütün ötegezegenlere ulaşmanın çok zor olduğunu belirtiyor. “En iyimser bakış açısıyla bakarsak yaşamaya elverişli gezegenler o kadar da uzakta değil. Mesela birkaç ışık yılı uzak diyelim, ki bu çok da uzak sayılmaz; hala mahallemizde sayılır, ama oraya gitmek için gereken zaman kayda değer derecede fazla.” diye devam ediyor Mayor.

1995 Ekiminde Didier Queloz ile beraber yaptıkları ilk ötegezegen keşfi nedeniyle bu sene Nobel ödülünün yarısını paylaştılar. Güney Fransa’daki Haute-Provence Gözlemevinde o dönem yeni geliştirilmiş olan cihazları kullanarak Jüpiter’e benzer bir gaz devi gezegen keşfettiler ve ismini de 51 Pegasi b. koydular.

O zamandan beri Samanyolu Gökadası’nda 4 binden fazla ötegezegen keşfedildi, ama görünen o ki hiçbiri ulaşılabilecek mesafede değil.

Kaliforniya Üniversitesi’nden Gezegen Astrofiziği profesörü Stephen Kane de Mayor ile aynı fikirde. “Üzücü gerçek şu ki, insanlık tarihinin bu safhasında bütün yıldızlar bize sonsuz uzaklıkta. Dünya’nın uydusuna ulaşmakta bile, insanlar olarak zorlanıyoruz.” diyor Kane.

“Önümüzdeki 50 yıl içerisinde Mars’a insan gönderebiliriz belki, ama insanlık gelecek birkaç yüzyıl içerisinde Jüpiter’in yörüngesine gidebilse gerçekten çok şaşırırdım.” diyor Kane. Güneş Sistemi dışındaki en yakın yıldızın uzaklığı, Jüpiter’e olan uzaklığımızın 70 bin katı olduğu için “şu anda bütün yıldızlar bize ulaşılamaz uzaklıkta.”

Tabii, insanlar diyebilir ki: Ulaşana kadar her şey ulaşılmaz geliyordu, kıtalar arası uçuşlar gibi. Fakat “Bu durumda yıldızlara ulaşmak için gerekli olan fiziğe hakim değiliz, ki eğer varsa: Kütle, ivme ve enerji arasındaki ilişkide kökten bir değişime ihtiyacımız olacak.” diye ekledi Kane.

“Sonuç olarak  işte burada Dünya’dayız, ve çok uzun bir zaman bunun değişmesi olası değil. Gezegenimize iyi bakmalıyız, o çok güzel ve kesinlikle hala yaşanılabilir.” diyor Mayor, AFP’ye.

Kaliforniya’daki Foothill Koleji Astronomi Bölümü eski başkanı Andrew Fraknoi de yakın gelecekte bu yıldızlara ulaşamayacağımıza katılıyor ama ekliyor: “Ben asla, yıldızlara ve yaşanabilir gezegenlere hiçbir zaman ulaşamayacağımızı söylemezdim. Kim bilir teknolojimiz 1 milyon yıllık bir süre içinde nasıl evrilecek. “

Kaynak: https://www.space.com/will-we-ever-live-exoplanet.html

Çeviri: Mert Toros

Astronomi ve Fizik Alanında Yapılmış En Yaratıcı 5 Deney

Modern evren anlayışımız, yüzyıllar boyunca binlerce yaratıcı ve çalışkan bilim insanı tarafından tasarlanmış ve uygulanmış yüzlerce deney üzerine inşa edilmiştir. Bu deneylerden birkaçının çığır açıcı olmaları ve olayların işleyiş şekilleri hakkındaki görüşümüzü değiştirmeleri nedeniyle ön plana çıkması normal. Fakat hangilerinin evrenin bazı basit gerçeklerini zorla değil de ustalıkla ortaya çıkmasını sağladığını bulmak zor iş.

Ben de bu yazımda sizlere Space.com’un astronomi ve fizik alanında seçtiği en yaratıcı 5 deneyden bahsedeceğim.

İlk ötegezegen

1992 yılında Plüton’un keşfinden 60 yıldan fazla zaman geçmişken astronomlar bizim Güneş sistemimizde olmayan ve başka bir yıldız etrafında dolanan yeni bir gezegen bulmak için can atıyorlardı. Astronomlar, uzak bir yıldızdan gelen ışığı dikkatli bir şekilde inceleyerek herhangi bir gezegenin yörüngesi boyunca ileri ve geri yalpalamasından kaynaklanan, kırmızıya kayma ve maviye kayma adı verilen ışığın dalga boyundaki bariz değişimleri görebileceklerini biliyorlardı.

Ne yazık ki o zamanlar yıldız ışığı hakkında yeterince hassas gözlemlerimiz yoktu. Tek istisna süpernovalardan sonra bazı yıldızlardan arta kalan pulsarlardı. Bu cisimlerin hızla dönen bir nötron yıldızından çıkan radyasyon ışınlarından kaynaklanan ve neredeyse doğal olmayan bir biçimde ortaya çıkan hassas sinyalleri yörüngede dolaşan gezegenlerin kütleçekimsel etkisini tespit etmek için kullanılabilir. Kütle çekim kuvveti pulsar patlamalarının zamanlamasını bilim insanlarının ölçebileceği şekilde değiştirir.

Fakat bir pulsar bir gezegen sistemine nasıl ev sahipliği yapabilirdi? Şüphesiz ki bir yıldızın son günlerindeki şiddeti, çevresinde bulunan herhangi bir yörüngeyi kararsız hale getirecektir. Fakat görünen o ki doğa mantıksal konulara pek önem vermiyor. Örneğin tanımlanan ilk ötegezegen, bir pulsarın (PSR B1257+12) yörüngesi etrafında dönüyordu.

İşte buradaki zekice şey: saptaması zor olan bir şeyi ortaya çıkarmak için doğanın kendisi tarafından üretilen ve garip bir biçimde kesin olan yöntemi kullanmak.

Dünya’nın boyutu

Düşündüğünüzde Dünya’nın yuvarlak olduğunu fark etmek çok fazla zamanınızı almaz. Ayrıca buna kanıt olarak birçok örnek gösterebilirsiniz: denizde gemilerin önce alt taraflarından kaybolmaları, Ay tutulması sırasında Dünya’nın gölgesinin yuvarlak olması, Güney yarım küreden görülen yıldızların Kuzey yarım küreden görülememesi… Eski çağlardaki birçok insan (en azından bu problem hakkında düşünme lüksü olanlar ve buna Yunanlar da dahil) bu gerçeği kabul etmiş görünüyorlardı.

Fakat bu dev küre ne kadar büyüktü?

Bakalım bu konuda Eratosthenes ne diyor? Eratosthenes, MÖ 250 civarında İskenderiye’de yaşayan Yunan bir bilgin. Dünya’nın çevresini şehirden ayrılmasına gerek bile kalmadan çok zekice bir yöntemle hesapladı. Yaz gün dönümü boyunca İskenderiye’de gölge oluştuğunu fakat Mısır’ın güney kısmında yer alan Syene şehrinde (bugünkü Asvan’a yakın bir yerde) gölge oluşmadığını biliyordu.

Eğer Eratosthenes Syene’a olan mesafeyi bilseydi, Dünya tamamen küresel olsaydı, Güneş gerçekten gün dönümü sırasında direk olarak Syene üzerinde olsaydı ve İskenderiye ve Syene kuzey-güney hattı boyunca mükemmel bir şekilde uzansaydı, o zaman İskenderiye’deki gölgelerin uzunluğunu, gün dönümü sırasında iki şehir arasındaki açıyı ve geometri denen bu yeni tekniği kullanarak gezegenin çevresini ölçmek için kullanabilirdi.

Tüm bu koşullar Eratosthenes’in Dünya’nın çevresini yaklaşık 45.000 kilometre (28.000 mil) ölçmesini sağlamış olmalı ki bu değer gerçek değerinden sadece %10 farklı.

Einstein’ın düşünce deneyleri

Bütün deneyler laboratuvarda gerçekleşmez. Bazen de sadece kafanızda hayali bir senaryo kurarsınız, matematiğin sizi sonuca götürmesine izin verirsiniz ve evren hakkında bilgi edinirsiniz. Einstein da bu konuda doğuştan uzmandı.

Einstein’ın deyimiyle onun ilk “gedankenexperiment” (Almanca “düşünce deneyi”) çok genç yaşlarda aklına geldi. Bir ışık demetiyle ışık hızında giden bir bisiklet kullanarak yarışsaydı ne görecekti?

Işık elektromanyetik dalgalardan oluştuğu için, çok hızlı pedal çevirdiğinde bu dalgaları yanında duruyormuş gibi göreceğini düşündü. Fakat elektromanyetik dalgaları hiçbir zaman duruyor olarak göremeyiz. O zaman bunun yerine ışık hızında gitmek imkansızdı. Bu düşünceyi kullanarak ve bir takım matematiksel işlemlerden sonra daha önceden de bildiğiniz gibi özel görelilik kuramını geliştirdi.

Einstein sonraki hayatında da buna benzer bir numara kullandı. Penceresiz bir asansördeyseniz ve biri kabloyu kesip serbest düşüşe geçirdiğinde ne olur? Ölümüne mi düşersiniz yoksa basitçe yer çekimsiz ortamda etrafa tekme mi savurursunuz?

Einstein’ın cevabı şuydu: Aralarındaki farkı söylemek imkânsız. Eylemsiz kütle (bir cismin kendisine etki eden herhangi bir kuvvete verdiği cevap), yer çekimi kütlesiyle aynıdır (bir cismin yer çekimine verdiği tepkinin gücü). Bu basit kavramı ve önemli bir miktarda kütleyi alırsanız ortaya genel görelilik kuramı çıkar.

Millikan’ın yağ damlası deneyi

1909 yılında fizikçiler Robert Millikan ve Harvey Fletcher tarafından gerçekleştirilen bu deney, yaratıcı tasarımı ya da doğayı kendi oyununda alt etme çabaları nedeniyle değil de bunların yerine inşaatının basitliği ve ölçümde yapılan aşırı titizlik nedeniyle o kadar da akıllıca olmadı. Hakkında pek yazı yazılmadığı için de o da bu listede yer alıyor.

O zamanlarda bilim insanları elektrik yükünün var olduğunu biliyorlardı ama hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Temel yük miktarları var mıydı? Ya da yük miktarı, kütle gibi bir şey miydi? Elektronun yükü neydi?

Millikan ve ortağı, bir haznenin içine elektrikle yüklenmiş yağ damlaları damlatan bir cihaz geliştirdi. Düşen damlalar çok çabucak terminal hızlarına (düşen cisimlerin yer çekiminden dolayı ulaşabilecekleri maksimum hızdır) ulaşırlar. Eğer havanın yoğunluğunu, yağın yoğunluğunu ve yer çekimi ivmesini bilirseniz terminal hızlarını ölçerek yağ damlalarının kütlesini bulabilirsiniz.

Millikan, elektrik alan uygulayarak elektriksel kuvvetle yer çekimi kuvvetinin dengelenmesiyle yağ damlalarını yavaşlatıp havada durdurabilirdi. Böylelikle de her bir damlanın yükünü ölçebilirdi.

Bu ölçümleri birkaç kez tekrarladıktan sonra şu iki sonuca vardı: Tek bir elektronun yükü -1.6×10-19 (bu temel yük) ve tüm yükler bu yük temel alınarak oluşturulmalı (kuarklar ve onların kesirli yükleri hariç ama konumuz bu değil). Bu da demek oluyor ki -1.9×10-19 ve -8.7×10-19 gibi yük değerleri bulamazsınız.

Foucault sarkacı

Nasıl eski çağlarda insanlar daha çok Dünya’nın küreselliği üzerine fikir yürüttüyse 1800’lerin ortalarında da bir şeyler düşünme lüksüne sahip olan insanlar Dünya’nın dönüşü üzerine fikir yürütmüştür. Ama ya bu konu hakkında gerçekten konuşulmamış ya da ne yaptığını bilmeyen insanlar bu konuyla ilgilenmiş.

Fizikçi Léon Foucault bunu değiştirmek istedi ve bunu da başarılı bir şekilde yaptı. Bir sarkaç sallanırken Dünya’nın dönmesine rağmen kendi düzlemini korur. Dünya’nın dönmesine bağlı olarak bizim perspektifimizden yer sabit kalır ve sarkaç gün boyunca yönelimini korur.

1851’de Foucault, Paris’teki Panthéon’da böyle bir sarkaç kurdu. Böylelikle sarkacın yönelimindeki saat yönüne yavaşça olan değişimi (saatte yaklaşık 11,3°) göstererek Dünya’nın döndüğünü ispatladı. Bu medyada büyük olay oldu. Sarkacın tanıtımı bir virüs gibi yayıldı (1800’lerde ne kadar yayılabildiyse o kadar). Çok geçmeden Foucault sarkacı dünya çapındaki bilim sergilerinin temeli oldu.

Heyecan verici! İnsanlar dünyanın dönüşü hakkında konuşuyordu! Ve işte buradaki zekice şey: bilimi erişilebilir hale getirmek ve hakkında konuşulmaya değecek bir şey yapmak.

Kaynakça:

https://www.space.com/36307-5-most-ingenious-experiments.html

Çeviri: Ahmet Arda Pektaş

Var Olmaması Gereken “Dev” Gezegen

‘Canavar’ Gezegenin Keşfi Oluşum Teorisini Zora Soktu

Uzak bir yıldızın etrafında, Gezegen Oluşum Teorisine göre var olması muhtemel olmayan dev bir gezegen keşfedildi. Sunulan yeni araştırma Kraliyet Astronomi Cemiyeti Dergisi’nde yayımlanmak için onay aldı.

‘Canavar’ gezegenin (NGTS-1b) varlığı, gezegen oluşum teorisine, bu boyuttaki bir gezegenin böylesine küçük bir yıldız etrafında dolanmasının mümkün olmadığını söyleyen teoriye, kafa tutuyor. Bu teoriye göre; bu denli küçük yıldızlar kolaylıkla taştan gezegenler şekillendirebilir ama Jüpiter boyutlarında bir tanesini asla.

NGTS-1b her halükârda bir gaz devi. Boyu ve sıcaklığından dolayı ‘sıcak Jupiter’ olarak da bilinir. Bu tip gezegenler -bizim Güneş Sistemi’mizin Jüpiter’ine, %20 daha az kütleye sahip olması dışında- çok benzer. Yine de Jüpiter’den farklı olarak NGTS-1b yıldızına çok yakın. Sadece Dünya ve Güneş arasındaki mesafenin %3’ü kadar ve yörüngesini 2.6 günde tamamlıyor. Yani NGTS-1b için bir yıl yaklaşık iki buçuk Dünya günü.

Buna karşın, ev sahibi yıldızı çap ve kütle olarak Güneş’imizin yarısı kadar küçük. Warwick Üniversitesi’nden Profesör Peter Wheatley, lanse edilen karışıklığı şöyle yorumladı: “Canavar bir gezegen olmasına rağmen NGTS-1b, bulmak için çok zordu. Çünkü yıldızı çok küçük ve sönük.” Zor şartlar dikkate alındığında, bu keşfin ne denli önemli olduğuyla devam etti. “Bu kırmızı cüce gibi küçük yıldızlar evrende en sık rastlananlardan, yani çok daha fazla dev gezegen bulunmayı bekliyor olabilir.”

NGTS-1b, 12 sıra teleskopuyla göğü didik didik arayan Yeni Nesil Transit Gözlem tarafından belirlenen ilk gezegen oldu. Araştırmacılar keşiflerini; karanlık göğün bölümlerini aylarca devamlı olarak görüntüleyerek ve yıldızdan gelen kırmızı ışığı yenilikçi kırmızıya karşı hassas kameralar ile tespit ederek gerçekleştirdi. Yıldızın ışığının, 2.6 günde bir periyodik olarak malum dev gezegenimiz tarafından bloke edilmesini dikkate aldılar.

Bu bilgileri kullanarak, gezegenin yörüngesini belirlediler ve dairesel hızını ölçerek boyutunu, kütlesini ve konumunu hesapladılar. Aslında bu yöntem; yıldızın, gezegenin kütle çekimselliğinden kaynaklanan yalpalanmasının ölçümüydü. Bu da NGTS-1b’nin boyutunu ölçmenin en iyi yoluydu.

Yine Warwick Üniversitesi’nden çalışmanın başyazarı Dr. Daniel Bayliss: “NGTS-1b’nin keşfi bize tam bir sürpriz oldu. Böylesine büyük gezegenlerin bu kadar küçük yıldızların etrafında var olmasını hiç beklememiştik. Sıradaki hedefimiz bu tip gezegenlerin galakside ne sıklıkla bulunduğunu, sadece bu iş için özenle yerleştirdiğimiz yeni Yeni Nesil Transit Gözlem’in yardımıyla bulmak.” diye açıklamada bulundu.

Yeni Nesil Transit Gözlem, Şile’deki Atacama Çölü’nün tam kalbinde Avrupa Güney Gözlemevi’nin Paranal Gözlemevi’nde bulunuyor ve bu yer Birleşik Krallık Üniversiteleri, Warwick, Leicester, Cambridge ve Queen Belfast Üniversitesi de dahil olmak üzere Cenevre Gözlemevi ve Almanya Gökyüzü Merkezi ve Şile Üniversitesi ile birlikte dışarıdan kişiler tarafından yürütülen ender yerlerden biri.

Yeni Nesil Transit Gözlem’i yöneten Profesör Peter Wheatley, şaşırtıcı sonuçlardan memnun olarak: “Yeni Nesil Transit Gözlem’in teleskop düzenini geliştirmek için neredeyse 10 yıl harcamış olmanın karşılığı olarak yeni ve tahmin edilmemiş gezegenler görmek nefes kesici. Daha ne kadar şaşırtıcı gezegenler keşfedebileceğimizi görmek için sabırsızlanıyorum.” dedi.

Kaynak:phys.org

Çeviri: Ertuğrul Ceylan